Bir toplumda fertler giderek aynileşiyorsa orada ya açıktan bir zorbalık veya sinsi bir kölelik düzeni var demektir. Zamanımızın zorbaları daha çok sofistik yöntemleri kullanır insanları sürüleştirmek için. Bizi kuşatan küresel kültür hem tüm seçimleri kendimiz yapıyormuşuz gibi hissettirir ve hem de seçimlerimizi asla bize bırakmaz. Bir insan, seçimlerinde hür değilse kendisine ait bir kimlikten de söz edilemez.
Seçme eylemi hür iradenin en belirgin özelliğidir. Bunun için asgari olgunluk durumunun aranması da kaçınılmazdır. Mesela hukuki uygulamalarda kişinin Reşit olması aranır. Ancak “Reşit Olmak” tam ve kâmil bir iradenin göstergesi de değildir çoğunlukla. Rüşt (reşit olmak) belirli bir olgunluk yaşı ile tanımlansa da kişinin kâmil manada rüştüne ermesi çok daha uzak vadede gerçekleşir. Böylece insanların çoğunluk eylemleri hür iradeden ziyade etkileşimle, tesirle meydana gelir. Bunu söylerken maksadım, insanların kendi eylemlerinin sorumluluğunu hafifletmek değildir. Hür irade verilen bir yetkinlik durumu olmaktan ziyade kişinin kendi zatını inşa etme becerisi ile kendi kazanımıdır. Dolayısıyla hür bir şahsiyet inşa etmemiş olmak da kişiye kabahat olarak yüklenecektir.
Ben bilincidir kimlik; ne olup ne olmadığının şuurdaki karşılığıdır. Kimlik, ferdin kendisi açısından bir iç yüze ve dışarıdan gözlenen bir dış yüze sahiptir. Bu iki yüzün aynı olması teorik olarak beklense de gerçekte bu mümkün değildir. Zira insan kişiliğinin daima gizli kalması kaçınılmaz yönleri olacaktır ve hatta olmalıdır. Bu hal ferdin özelidir/mahremidir.
Öz ve Biçim
Özsüz biçimler ölü biçimlerdir aslında. Var diyorsak sadece hacimdir. Her hacim de öz olmayabilir yani. Öz ise hacme muhtaçtır. Biçimsiz özü algılamak durumunda değiliz dünyada. Çünkü var olduğumuz dünya biçimler dünyasıdır.[1] Biçim ve öz arasındaki ilişki iki yönlüdür. Biçim özü ihata eder, sınırlar, imkânını belirler ama öz de biçimi belirler. Şu halde insanlar da barındırdıkları öze, ruha göre biçim alırlar.
Bazı aldatıcı/geçici durumları bir yana bırakırsak genel kural şöyledir: İnsan, davranışlarında, kılık kıyafetinde kalbindeki özü yansıtır. Özün dışa yansıyan şekline karakter de diyebiliriz. Bunun içinde doğuştan tevarüs edilen kabiliyet ve huylar da vardır. Ancak insan karakterinin ekseriyeti müktesep (kazanılmış) özelliklerdir. Zaten insanoğluna gerçek izzeti kazandıran da kendi müktesebatı olan değerleridir. Ancak çiğ insanlar kazanılmış olandan ziyade tevarüs edilen özelliklere takılıp yanlış değerlendirmeler yaparlar.
Özel durumlarda öz ve biçim uyumsuzluğu olabilir. Bazen bu bizim algı sorunumuzdan kaynaklanır. Bazen de insan kendini farklı tanıtma eğiliminde olur; algı yönetimi yapar yani. Ne yazık ki günümüz dünyası bu bağlamda en sıkıntılı zamanları yaşatıyor bizlere. Kuzu postunda tilkiler; Aslan postunda sırtlanlar çoktur.
Bütün bunları göz önünde bulundurarak etrafımızı/insanları gözlemlersek neyin ne olduğunu daha iyi anlarız diye düşünüyorum. Tabi ki olayları, olguları olduğu gibi algılamak gibi bir derdimiz varsa… Öz ve biçim yönünden kendimizi hesaba çekme; kendimizle yüzleşme cesaretimiz varsa…
Lafın geleceği yer şudur hülasa: Günümüzde Müslümanlar, Müslüman kimliğinin içini doldurmak gibi bir dertleri yok gibi davranıyorlar. Bunun arka planında, Müslümanların Müslümanca düşünmekten yoksun olduklarını görürüz. Biraz daha açarsak; İnancın/imanın kimde olduğu belli olmaz gibi bir batıl söylem bile dolaşmaktadır Müslümanların ağzında. İnancın kalpte olduğu; fiillere yansımak gibi bir gerekliliğinin olmadığına kani olmuş gibidir, Müslümanlar.
Bu kanaati üreten iki önemli sebepten birincisi dış kaynaklı olup, Batı kültürü odaklı eğitim ve yaşam tarzı etkisinde edinilen din/iman anlayışıdır. “Dini, insanın zaaflarından üretilmiş sanrılar sanmak” olarak ifade edebiliriz bunu. Dinin hayata hâkim olması pek istenmez; saygı duyulan sözde bir değer; manevi tatmin aracı olarak duygu galerisinde yer alsın istenir. İkincisi ise içeriden kaynaklanan bir marazdır. Birincisini destekler şekilde yerini almış olan ve imanın dille söylemekten ibaret olduğu şeklindeki tanımlamalar ve telkinlerdir. Böylece, atadan tevarüs yoluyla edinilen; gelenek düzeyinde yaşanan bir din algısı ortaya çıkar. Diğer taraftan; dünyevi takvimin sahipleri dini, yığınların afyonu olmak bakımından kullanışlı bir araç olarak görürler. Sonuç olarak; en iyi ihtimalle din, bazı seremoniler, ayinler şeklinde yer alsın istenir hayatımızda.
Oysa Allah, kitabında bizi kendi boyasıyla (renkleriyle) boyanmaya davet etmektedir[2]. Keza Allah Resulü yaşantısında, kılık kıyafetinde, ibadet şekillerinde Müslüman’a has bir kimlik ortaya koymak istemiştir. Eğer Allah Resulünün bir âdetinden (sünnetinden) söz edeceksek; bunun özü, Müslüman kimliğinin ta kendisidir. Bu aynı zamanda Müslüman olmayanlardan bir ayrışmadır.
Bir hadiste dendiği gibi: “Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.[3]” Dolayısıyla kılık kıyafette yapılan taklidin giderek zihin modeli kopyalamak olduğu, karakter dönüşümü olduğu göz-ardı edilemez.
Kimlik Yansıtma Biçimleri
Arkadaş ve Sosyal Çevre Seçimi
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” Arkadaş seçimlerimiz kendi kimliğimizin yansıma biçimlerinden biridir. Böylece insan hem kendini tamamlar hem de kendini anlatır. Zira insan kişiliğinin sosyalleşme ihtiyaçlarından biri kendini anlatma ve diğeri de kendini tamamlama ihtiyacıdır. Tevazu sahibi olanlar daha çok kendini tamamlama yönünde ilişkiler geliştirirken; bencil tipler daha çok kendini anlatmanın peşindedir. Arkadaş kişiye şeytan da olabilir vicdan da… Arkadaşlığa[4] dair çok şey söylenebilir ama burada amacımız kişilik göstergesi olmak bakımından arkadaş kavramını ele almaktır. Yansıttığım kişilik nasıl bir arkadaş getirir bana. Veya ben hangi yansımalara yüzümü dönerim…
Kılık Kıyafet Seçimi
Kur’an 7/26: Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik.
Libas kelimesi Kur’an’da elbise, örtme, örtünme, gizleme, karıştırma, şüpheli hale getirme, süs eşyası takınma gibi muhtelif türevlerde kullanılır. Baskın anlam örtmek ve gizlemektir.
Libasın, giyinmenin, örtünmenin kimlik ile anlamı gayet açıktır. Kılık Kıyafet kimlik yansıtma biçimlerinden en belirgin olanıdır. Günümüz dünyasında, bireysel sürüler haline getirilmiş olan insanlara kimlik lanse etmek amacıyla kılık kıyafetin kullanılması; bunun için “Moda” denilen bir sektörün oluşturulmuş olması boşuna değildir.
Seçtiğimiz elbise hem örtmeli hem süslemelidir. Oysa günümüz insanları örtmekten ziyade teşhir etmek için giyinir duruma gelmiştir. Teşhircilik ve mahremi açığa vurmak insan kişiliğini aşağıya çeker. Örtünmek ise hep üst düzey sosyal statü göstergesidir. Tarih boyunca üstün sınıflar giyinik, sıradan halk ve köleler çıplak ve derbeder durumdadır. (Bunu bir tespit olarak dile getirdim. Yoksa bu sosyolojiyi onaylamak değil maksadım.) Ama ne hikmetse modern dönemlerde ve günümüzde bu tersine çevrilmeye çalışılmıştır.
Alışkanlıklar ve Hassasiyetler
İnsanın bilme ve bilinç durumu ne olursa olsun en fazla alışkanlıkları kadar insandır. Alışkanlıkları kadar değerlidir ve değer üretir. Sürdürülebilir başarılar tesadüfi değildir. Birkaç merdiveni tesadüfen, şans eseri çıksanız da merdivenin tamamı titiz, düzenli çalışmalar olmadan çıkılmaz. Alışkanlık haline getiremediğimiz iyi davranışları başkalarına önermek bizi utandırmalıdır. Aksi halde sahte bir kimlik arz etme çabasındayız demektir. Her münafık tavır bir çıkar gözetme çabasıdır. Çıkarlarını önceleyerek davranış geliştiren kişilerde kimlik ticarileşmiş demektir.
Teorik düzlemde ne bilirseniz bilin edindiğiniz alışkanlıklarınız kadar kalıcı itibar görürsünüz. Bilgi tek başına geçici hayranlıklar uyandırsa da kalıcı saygınlığı alışkanlıklarınızla elde edebilirsiniz. Dolayısıyla kimliğinizi inşa eden şey bilme ve bilinç durumunuzdan ziyade en temel insani erdemlerinizdir. Bilme ve bilinci de insanlığın faydasına eylemlere dönüştürdükçe kimlik ve kişilik inşasında yol alırsınız.
Borsa uzmanlarının ağzından çok duyarsınız: “Yalnız, faiz hassasiyeti olanlar için, bu hissenin katılım endeksine uygun olmadığını da belirtmeliyim…” Peki, faiz hassasiyeti olanlar Müslüman da diğerleri değil mi? Hayır elbette böyle düşünmüyorlar ama ortaya tam anlamıyla bize has bir garabet çıkıyor: Müslüman olmak fakat faiz hassasiyeti olmamak. Hem de faiz alan/veren kimseleri Allah’a savaş açmış olarak niteleyen ayete rağmen.
Bu nasıl bir şeydir sizce? Bir Müslüman kimlik, nasıl olurda faiz veya benzeri açık haramlara dair hassasiyet sahibi olmaz ama gene de Müslüman olur. Kimlik ile hassasiyet, duyarlılık, önem verilen duygular, değerler ayrıştırılabilir mi? Elbette ayrıştırılamaz ama bizim din/iman anlayışımız çoktan ifsat olmuş sizin anlayacağınız.
İbadetler veya Kulluğun Yönelimi
Yabancı bir ülkede yaşıyorsunuz diyelim. Ve komşularınız, iş arkadaşlarınız, çevrenizdeki insanlar sizin Müslüman olduğunuzu aylar sonra ancak sordukları için öğrenmiş olsunlar. Bu hali nasıl tevil edebiliriz. Bir Müslüman’ın kimliği böylesine gizli kalabilir mi? Dindarlık, gizli yaşanması gereken bir hal midir? Elbette değildir…
Bir Müslümanın yapmakla yükümlü olduğu rutin/günlük ibadetler onun dini kimliğinin gizli kalmasına engeldir. Özel durumlar haricinde Müslüman kimliğinin legal olması esastır. Hem Müslüman sayılmak hem de namaz kılmamak, hatta oruç tutmamak; Hac yapmayı Arapları zengin etmek olarak görmek veya yapılacaklar sırasında en sona atmak olacak ve olağan iş değildir.
İbadet Allah ve kul arasında gizli kalması gereken bir özel hal değildir. Allah ile kul arasında kalan samimiyettir, özdür. Ama ibadetlerin şeklen varlığı, Müslüman kimliğinin zorunlu parçasıdır. İbadetlerin gizli yapılması gerektiğini sanmak veya daha efdal saymak çoğunlukla dinde lakayt çevrelerin kendi hallerine bir savunma olmak üzere geliştirdikleri bir söylemdir. Böyleleri kalplerinin temiz olduğunu; ibadete gerek olmadığını; ibadet yapanların gösteriş yaptığını söyler ve onların kusurlarını öne sürerler. Müslüman elbette ibadetlerini gösterme çabasına girmez. Ama gizlemek için de özel çaba göstermez. Namazını ille de erken kılacağım diye cadde ortasında seccade serip namaz kılmaya kalkanları da dindar kimse değil en hafifiyle görgüsüz sayabiliriz.
İbadetler, Müslüman kimliğinin inşası ve gelişimi için yapılması gereken antrenmanlar hükmündedir. Kişi ibadet ile Allah’a bir yarar sağlayamaz. Veya yapmaktan kaçınmakla Allah’a bir zarar veremez. İbadetler aynı zamanda Müslüman kimliğini görünür kılmakla, örneklik teşkil ederek veya bir nevi kolektif baskı oluşturarak ayartıcıların olası ifsadını önler. Böylece Müslüman kimlik, bir nevi “iyiliği emir, kötülüğü men etme” fonksiyonu kazanarak kurumsallaşır.
İbadet etmeden Müslüman kalınabilir mi? İman, İslam’ın giriş kapısıdır. Kur’an’da “Ey iman edenler…” şeklinde hitap ile başlayan ayetler tavsiye ve uyarılarla devam eder. Bu hitap aslında “ey iman iddiasında bulunanlar” demektir. İmanı değerli kılan kalıcı davranışlar yoluyla kimliğe dönüşmesidir. Müslüman kimlik imansız olmaz elbet; ama sadece imanla da korunmaz. İnsanların asıl sorunu ‘iman’ dan çok İslam (itaat) iledir.
Diğer yandan iman etmeden kâfir de olunmaz. Kur’an açısından bütün kâfirler kalben iman etmiş kişilerdir. Zira kâfir olma hali bilerek inkâr etme halidir. Allah ve onun vahyi konusunda yeterince bilme, bilinç oluşmadan İslam dışı kalmış kişilere Kâfir değil Gayr-i Müslim demek daha doğrudur. Hülasa, ibadet etmeden Müslüman olunamaz ve Müslüman kalınamaz. Sahih bir imana yaslanmayan İslam (teslimiyet) gerçek İslam olmadığı gibi İslam ile taçlanmayan iman da sahih ve kalıcı olamaz. İbadetlerdeki eksiklik, ‘İslam’ kimliğinin de eksik kalması demektir.
Dinleri reddederek, bilim ve aklı rehber edindiğini sanan pozitivist çevrelerin büyük yanılgısı, dinsiz olunamayacağını bilmemektir. Din karşısında yansız kalmak dine ve ibadete hep aynı mesafede kalmak da mümkün değildir. Esas itibariyle din insan davranışlarını düzenleyen kurallar manzumesidir. Ve her kural bazı kanaatler, inançlar, dünya görüşü içeriğine tabidir. Böyle olunca kim dinsiz kalabilir ki? İnsanlardan beklenmesi gereken; kendi dinleri, inançları haricindeki din, inanç ve kanaatlere saygı duymaları değil tahammül göstermeleridir. Batı kültürü dini inançlara saygı duymayı öneriyor gibidir. Aslında bu doğru da değildir. Bütün dinleri; insan zaafının ve tahayyülünün ürünü, batıl kanaatler olarak görmenin sonucu sözde saygıdır. Hayatın bütününü düzenlememesi şartıyla gösterilen bir tahammüldür.
Kolektivizm veya Emri Bi-l Maruf, Nehyi An-il Münker
Sömürgeci güçler, sömürdükleri ülkeler için neden hep demokrasi/açık toplum isterler dersiniz? Açık toplum isterler çünkü her koyunu sürüsünden ayırarak kendi sürülerine katmak için… Onların istediği ‘Açık Toplum’ küresel kültürün istilasına açık hale gelmiş toplum demektir. Bir evin çatısını kaldırıp atmak neyse; sosyal ve ekonomik yapısı zayıf bir toplumu açık toplum haline getirmek de odur.
Toplum için geçerli olan bu durum kişiler için de geçerlidir. Zayıf kişilikler toplumda yiter gider. Kendileri sürü oluşturamazlar. Ama asıl sorun bir sürüye dâhil olmaktan çok şahsiyet olarak dâhil olacağı sürüyü bulmaktır.
Demokrasi ve açık toplum talepleri, zahiren daha çok bireyci özgürlükçü görünür. Ama aslında sürüleştiricidir. Bu hal tecrübeyle sabittir ve pek çok toplumda defalarca yaşanmıştır. Küresel Batı kültürü aslında modern dönemlerin sömürgecilik aracıdır/yöntemidir.
Azman Liberalizm kültürü, ferdi tüm aidiyetlerinden, asabiyetlerinden koparırken alabildiğine bencil ve bir o kadar da yalnız bireyler ortaya çıkarır. Ama tamamen tek başına da bırakmaz. Zahiren özgürleşmiş olan birey alabildiğine de kırılgan hale gelmiş olur. Bu sebeple ona tutunacak dal mahiyetinde yeni ve sahte aidiyetler vermek gerekir. İşte burada bazı sivil toplum faaliyetleri devreye girer. Dernekler kurulur; sosyal faaliyetler düzenlenir. Yitirilen her değer için nostaljik günler, haftalar düzenlenir. Kadim kültür kısa bir süreliğine geri çağrılır ve bir süs, aksesuar kabilinden hayata dahil edilmek istenir.
Yeni kimliklerimizde “Dini” ifadesinin çıkarılması
Bir insanın kimlik bilgileri: Ebeveyn isimleri, doğum yeri, yılı vb. bilgiler yanında tabi ki dini kimliğidir. Bilindiği gibi 2017 yılında yonga kimlik kartlarına geçilmiştir. Ve bu kartların görünen bilgileri arasından “Dini” ibaresi çıkarılmıştır. Zira AİHM ne yapılan başvuru sonucu mahkeme “…Kişinin din ve inancıyla ilgili değerlendirmenin devletin görevi olmadığını.” Buyurdu(!..)
Bunda şaşılacak bir şey yok. Batı aklının hükmü budur. Ama doğru mudur, elbette hayır. Zira kişinin topluma hangi kimlik ile katılacağını bilmek kişi üzerindeki kamu hakkıdır. Ben bir insanın hangi dini inanca sahip olduğunu bilmek ve ona göre bir hukuk (ilişki) belirlemek durumundayım.
Denebilir ki bu bilginin kimlikte yazılması niye gereksin, kendisine sorarsınız. Ben de derim ki gizlenmesindeki amaç nedir?.. Bir ferdin kimliğini topluma dürüst bir şekilde deklare etmesi toplumun onun üzerindeki hakkıdır. Ancak bazı özel haller; kişi üzerine haksız baskıların, zulümlerin olması halleri istisnadır. Böyle zamanlarda kişi takiyye yapmak durumunda kalabilir. Ancak takiyye (gizlenme) asıl değil, geçici haldir.
Yeri gelmişken şu kadarını da belirtmeden geçmeyelim. Temel insani erdemlerden vazgeçme üzerine takiyye yapılması kabul edilemez. Bu durumda insan, kişiliğini ucuz, yakın vadeli çıkarlara feda etmiş demektir. Oysa takiyye uzun vadeli ve daha büyük kişisel olmayan faydayı temin etmek için küçük tavizler vermeyi kapsayabilir. “Her fikir her yerde söylenmez” gibi bir ölçüyü buna örnek verebiliriz. Ama bu gizlenme, sürekli bir karakter küçülmesini, şahsiyet ezikliğini doğuruyorsa stratejimiz yanlış veya bir korkaklık durumuna düşmüşüz demektir. Zira hakikatin tabiatı legal olmaktır; gizli mahfillerde değersizleşmek kalıcı bir hal olarak kabul edilemez.
Beyan Edilen Kimlik
Kişi kendini nasıl tanımlıyorsa, aidiyetini ne ile izah ediyorsa onu kabul ederiz. Evet, doğrudur; bir kimse ben Müslümanım diyorsa biz de öyle kabul etmek durumundayız. Normal olan budur. Zaten tabiata bakışımız da tanımlayıcı değil tanıyıcı olmaktır.[5]
Lakin insanlar sözleri ile konuştukları gibi bir o kadar da fiilleriyle, şekil ve şemailleriyle konuşurlar. Giyim üzerinden kendilerini ifade ederler mesela… Kimliklerini, kişiliklerini yansıtan kılık kıyafet ve eylemler içinde olurlar. İşte bu da bize yapılmış bir beyan değil midir?
Keza insanlar işlerini önem sırasına koyarlar. Neye daha çok önem verdiklerini; neyin onlar için gerçek bir değer olduğunu anlarız böylece. İnsanlar hangi yolun yolcusu olacaklarını; hangi yola kimlerle gideceklerini seçerler. Seçimlerini bu anlamda da belirleyen kalplerindeki egemen sevgilerdir.
İnanç gibi güçlü kanaatler aynı zamanda güven kaynağıdır insan için. Lakin sahte inançlar, aldatıcı kanaatler, güçlü ve hakiki bir güven kaynağı olamazlar. İnsanlar yakın olana, peşin olana, hazırda bulunana göre davranma eğilimi gösteriler. Makamlarından, toplum içindeki itibarlarından ve mallarından güç alırlar. Bu gücün geçiciliğini fark etmezler. İlelebet gücün ve sağlığın yanlarında kalacaklarını sanırlar.
Orhan Cesur
Dipnotlar:
[1] Biçimler dünyası dedik ama cansız bildiğimiz varlıklar bile acaba künhüne eremediğimiz bir öze sahip midir bilemem. Mesela canlı olmak hareketli olmak dense o zaman hareket etmeyen varlık yoktur. Öz ile kastettiğimiz ise ruhtur. Her varlığın bir amaç sahibi olduğunu düşünürsek belki her varlığın öze sahip olduğunu da kabul ederiz. Ancak insan gibi varlıklar verili bir öze değil sadece kazanılmış bir öze/ruha da sahiptir. Verili özün üzerine kendi çabası ile geliştirdiği bir öze/ruha…
[2] (De ki: “Hayatımız) Allah’ın rengi (ile renklenir!) Kim (hayata) Allah’tan daha güzel renk verebilir, eğer gerçekten O’na kulluk ediyorsak?” Bakara 138 M. Esed meali
[3] Başka bir hadiste şöyledir: “Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler / kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz.” Bu hadisi Gaybdan haber verme şeklinde okumak yerine geçmiş ümmetlerin davranışından yola çıkarak yapılmış bir öngörülü okuma olarak görmek de mümkündür…
[4] Arkadaş seçimi hayat boyu hep önemini korur. Kimi insanlar tahakküm etmek için arkadaş edinir. Peşinden gelsin ister hep arkadaşı. Kimileri de peşinden gideceği arkadaşlar arar. Bazıları alkışlanmak ister, bazıları alkışlayan olmayı seçer. Gerçek bir arkadaşlıkta ille de eşitlik mi aranır? Paylaşımlar hep eşit mi olmalıdır. Haklar, sorumluluklar hep karşılıklı mıdır? Hayır, elbette değil… Arkadaşlığın hakkı fedakârlıktır. Bu da elbette sürekli tek taraflı olamaz.
[5] Batı medeniyeti ise bizim aksimize hep tanımlayıcı olmuştur. Sahiplenici yani… Kızılderili’nin ülkesine gidip yeni bir kıta keşfettiğini söylemeyi; bulunduğumuz bölgeye Ortadoğu demeyi; doğudaki ülkelere uzak doğu demeyi akleden hep Batı aklı değil mi?.. Bizim Batıcı aydınlarımız da hep onlara öykünmüştür oldum olası. Kraldan çok kralcı aydınlarımız, akademisyen ve öğretmenlerimiz hep güneşi batıdan çizdiler sunumlarında… Derken aksi sedalar ve başarılar da yükseldi zamanla. Ve nihayet özgüven gelişti bir nebze. Ama azımsanmayacak bir kesim hala Batı’nın gölgesinde arıyor felahı…