- İstiyoruz ki, elimizdeki kitap, Kur’an hakkında hiçbir şek ve şüphe olmasın. Zaten çoğumuz açısından yoktur da (en azından öyle diyoruz.) Lakin istiyoruz ki bu herkesi ikna etsin; hatta mecbur etsin. Çoğu Müslümanın gözünde kitap yani Kur’an, adeta gökten bir bütün halinde yazılı olarak gelmiş gibidir ve tek bir harfi dahi eksik/fazla değildir. Herkesin de bu kitabın Allah’tan olduğunu kabul etmesi lazımdır. Gerek Allah’ın varlığı gerekse onun din koyması konusunda akıllarımızı ikna eden değil icbar eden delillerin peşindeyiz sanki. Bizim bu tavrımız Mekkeli müşriklerin melek talebinden ne kadar farklıdır acaba:
“Ona bir hazine indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi” demesinler diye sanki sana gelen vahiyden bir kısmını onlara okumayacak gibisin; bu da senin göğsünü daraltıyor. Hâlbuki sen yalnızca bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır. <11-Hud/12>
Bizimle karşılaşmayı temenni etmeyenler; “Bize (elçi olarak) melekler indirilse veya bizzat Sahibimizi görsek ya?” derler. Kendi kendilerini pek büyük görürler de büyük bir azgınlığa düşerler <25-Furkan/21>
- Risalet karşısındaki bu tavır, bütün insanlık tarihi boyunca sergilenen tavırdır. Din insanlara böyle bir usulle gelmediği halde insanlar hep böyle gelmiş olması gerektiğini sanmışlardır. Benzer talepler daha önceki Allah elçilerinden de olmuştur. Zaman zaman bu talebe de cevap verilmiştir aslında. Lakin inanmayanlar yine inanmamıştır. Literatürde buna mucize (aciz bırakan şey) denir. Kur’an ise beyyine (açık belge) der.
VE sonra, o’nun (Nuh’un) ardından -her birini kendi toplumlarına olmak üzere- elçiler gönderdik; öyle ki o’nlar da hakkın apaçık delillerini (beyyinaat) ortaya koydular; fakat onlar bir kere yalanlamış bulundukları şeye (sonradan) bir türlü inanmak istemediler: haddi aşanların kalplerini biz işte böyle mühürleriz.
Yemek yiyen ve çarşılarda dolaşan (insan elçi)lerin dışında, bir başkasını senden önce de elçi olarak göndermedik. Sabırlı olup olmayacağınızı denemek için bir kısmınızı bir kısmına imtihan kıldık. Rabbin görendir. <10-Furkan/20, M. Okuyan>
- Yani; önemli olan akıl ile ikna olmaktır. İcbar eden deliller dünya hayatının imtihan olması gerçeğine terstir. Bu nedenle gerek Allah’ın kitapları ve gerekse o kitapların tebliğcisi elçiler hakkında şüpheler olması gayet doğaldır. Ne yapsanız da insanların şüphe etmesini önleyemezsiniz. Böyle düşünmemiz veya bu fikri ileri sürmemiz, Allah’ın kitabı ve nihayet dini hakkındaki şüpheleri bertaraf etmek için kaçamak bir yol arayışımızdan ileri gelmez. Şahsen ben şüpheli bulduğum şeylere körü körüne itibar edecek biri olmamak iddiasındayım. Ancak din/iman hakkındaki deliller Kartezyen[1] bir nesnellik temelinde ele alınamaz. İnsanlara pozitif bilimlerin nesnelliğinde deliller sunmak durumunda değiliz ve böyle bir yola başvurmayı çok matah bir yöntem olarak da göremeyiz.[2]
- İnsanlar, bir şekilde ikna oldukları şeye herkesin de ikna olması gerektiğini düşünüyorlar. Hatta zorla ikna etmeye vardırıyorlar işi[3]… Esasen Allah dileseydi elbette bütün insanları (zorunlu olarak) ikna ederdi. Lakin bu durum, irade vermiş olması gerçeği ile ters olurdu…
Ve eğer Rabbin isteseydi yeryüzünde bulunan herkes topyekûn iman ederdi, (fakat bunu tercih etmedi). Şimdi kalkıp da, sen mi onları iman edinceye kadar zorlayacaksın? <10-Yunus/99>
- Kur’an’ın, iniş sürecine bağlı olarak, parça parça yazılmış olması; zamanın şartlarında deri parçaları, kemikler gibi materyallerin üzerine yazılmış olması; Allah Resulü’nün vefatından sonra derlenip iki kapak arasına alınmış olması[4] ister istemez kafalarda soru işaretleri üretmektedir. Her Ramazan Allah Resulü’nün Cebrail nezaretinde Kur’anı yeniden okuduğunu da bu rivayetlerden biliyor olsak da kimi insanların bu sürece ait sorunlu rivayetleri malzeme olarak kullanarak Kur’an’ın derlenme sürecine dair şüpheler üretmesi de gayet normaldir.
- Peki, neden Kur’an’ın, gerek derlenme ve gerekse çoğaltılma süreci bizzat Allah Resulünün ömrü sürecinde şüpheye yer vermeyecek şekilde olmamıştır. Şunu da ekleyelim: Allah Resulü bir yıl daha yaşamalı ve ikinci kez hac yaparak hac ibadeti dolayımında cereyan eden tartışmalı konuları iyice vuzuha kavuşturmalı değil miydi?.. Allah’a dinini öğretecek değiliz elbette. Bu soruları cüretli bir şekilde soruyorsam, herkes bilsin ki biz dinimizi akıldan uzak, fala inanma düzeyinde ele almıyoruz, alamayız… Hakikatin peşindeysek soruları cesaretle sormak zorundayız. İnancı hurafe olan kimse ancak, böyle sorular sormaz ve sordurmaz. Evi buzdan olanlar güneşin doğmasını istemez…
- Benim cevabım gayet basit: Allah kullarına (insana) bizim sandığımızdan daha fazla güvenmiş, bel bağlamış ve yetki vermiştir. Öyle ki dinini şekillendirirken sadece elçilerine değil elçilerin yolundan gitmek isteyenlere de önemli görevler yüklemiştir. Bu durum İsa (as) ve ondan öncesi elçilerin risalet süreci için de geçerlidir. Allah dinini ayakta tutmak için elçilerinin varlığına muhtaç değildir. İşte bu bağlamda şu ayeti hatırlamak yerinde olacak sanırım:
Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır.<Ali İmran144>
- Elçi (Resul[5]) kelimesinin Kur’an da Nebi’den farklı kullanımı dolayısıyla diyebiliriz ki Elçi’nin nebi olma zorunluluğu yoktur. Mesela Kur’an’ın kendisi de bir elçidir aslında. Keza bize hakikati getiren her şey aslında Allah ile aramızdaki elçidir.
- Ayrıca Allah’ın muradı, üzerinde hiç şüphe olmayacak bir din göndermek değil ki zaten. Öyle olsaydı bütün insanları zorunlu olarak itaat ettirirdi… Öte yandan hakikatin bütün veçheleri apaçık olmak durumunda değildir. Hakikatin köşe taşları durumundaki kısımlar hariç büyük çoğunluğu muğlak, gri kalmak durumundadır. Bu durum insanın tekâmülü için de gereklidir. Tekâmüle imkan vermeyen veya insanları kendi kazanımlarına göre tasnif etmeyecek olan bir dünya hayatı Allah’ın muradı değildir. Zaten böyle olması, yukarıda tekraren vurguladığım gibi dünya hayatının imtihan olmasına terstir. Kısacası İslam’ın (Kur’an’ın) bize öğrettiği en önemli kazanım, hakikatin kategorik değil analitik düşünme ile daha doğru kavranacağıdır. Ayrıca her olgu doğru/yanlış; güzel/çirkin alanının konusu değildir.
- Allah yardımını da gazabını da sebepler ile perdeler. Bu Allah’ın, Risalet hususunda belirlediği sosyal yasasıdır. Bu yasa geneldir. Ancak bu bağlamda istisna yasası da vardır. Yani dilediği zaman da doğrudan, sosyal veya kevni (oluş) yasalarıyla açıklanamayacak bir şekilde de müdahale edebilir ve etmiştir de[6]… Bu durum inanmayanlar için çok da önemli olmamıştır. Hatta mucizeler onların ancak inkârını artırmıştır. Şu halde Allah, gönderdiği son kitap ve son elçi hususunda sünnetini neden değiştirsin ki?.. Allah’ın son kitabını koruması yönündeki vaadi de işte bu şekilde sebepler dairesinde gerçekleşir. Birileri düşmanlık için planlar yaparken Allah da kendi planını yapar. Allah dilerse kendi dini için düşman olanların bile yardımını sağlayabilir.
- Eğer Kur’an gökten yazılı, hazır bir kitap olarak gelseydi, insanlar onun hakkında şüphe etmezler miydi?.. O takdirde kitabın mahiyetinin değiştirildiğini gene ileri süreceklerdi. Buna karşın gökten inmiş Mushaf’ın, içeriği yerine maddesi daha önemli haline gelirdi. Bugün bile kutsal, dokunulmaz bir varlık olarak görülüyor olması düşünüldüğünde; gökten hazır, yazılı olarak inen bir kitap, daha çok hayattan soyutlanmasına neden olan bir saygı, hürmet diye aslında tapınma nesnesi haline gelirdi. Oysa Allah kitabını, yaşanan olaylara ve bağlama göre indirdi ki daima yaşanan ve yaşanacak olan dinamik bir kitap olsun. Bu sürece ilk Müslümanları şahit ve ortak etmiştir ki böylece Allah, dinini âdeti üzere insanlar eliyle inşa etmiş olmaktadır.
Orhan Cesur
————————————-
[1] Kartezyen felsefe, ünlü Fransız filozof Descartes’ın geliştirdiği bir bilgi felsefesi görüşüdür. Kartezyen felsefe, her türlü bilgiden şüphe duyarak bütün yanılgılardan kurtulup sağlam bir temelde en doğru ve kesin bilgiye ulaşmayı amaçlamaktadır. “Kartezyen” kelimesi “Dekartçı” manasına, Rene Descartes (Dekart) isminin Latincesi olan Renatus Cartesius’tan geliyor.
[2] Pozitif bilimleri mürşit edinenlerin ahvaline de şahidiz yaşadığımız dünyada
[3] Mesela bugünlerde yaşadığımız salgın dolayımında yapılan aşı tartışması da böyle. Öyle bir kesim var ki, henüz ruhsat almamış aşıların herkese zorla yapılmasını istiyorlar. Aşı yaptırmayanlara hayat hakkı vermeyecekler adeta…
[4] Allah Resulü ölmeden önce Kur’an’ı zaten iki kapak arasına almıştı ve öldüğünde başucunda duruyordu diyenlerde vardır… Kuvvetle muhtemel böyledir de lakin herkesin elinde, kendi tuttukları notları da içeren ayrı Kur’an parçaları (yazmaları) bulunması ve buna itibar etmeleri yine de ortada bir derleme sorunu var anlamına gelir. Herkesin kendi notlarından vazgeçip rağbet edeceği tek bir nüshaya dönüştürülmesi, Kur’an’ın derlenmesi manasına gelir…
[5] Resul ve Nebi kavramları klasik literatürde Kur’an’ın kullanım tarzından uzaklaşmıştır. Kısaca; Nübüvvet makamdır, Risalet görevdir. Bildiğimiz bütün peygamberler Kur’an kullanımında hem resul hem nebidir. Ancak resul olmak için nebi olunması gerekmez. Hakikate aracılık eden her şey, unsur, delil bu manada resuldür.
[6] Allah elçisi İsa’nın (as) doğumu gibi…