Şiddet sadece kötü bir kelime midir? Tabiat, hayatın kendisi şiddetle doluyken bizim şiddet kelimesini bu kadar öteki ilan etmemiz ne kadar gerçekçidir? Feminist bakışa mahkum ve esir edilen şiddet kelimesini, üzerindeki ipoteğe rağmen cesurca sorgulayabilir misiniz?..

 

  1. İddia o ki, “bu ülkede erkeğin kadının üstünde söz sahibi olduğunu düşünen bir kültür var; şiddetin sebebi bu kültür…” Bakıyorsunuz, söz konusu şiddete maruz kalan veya şiddet uygulayan kesimlerin tamamı veya büyük bir kısmı bu kültüre ait değil. Tersine alabildiğine serbest yaşam arzulayan ve yaşamaya çalışan bir kesim de şiddet üretmede geri kalmıyor. Üniversite okuyan veya bitirmiş gençler; sanat, magazin dünyasından ünlüler böyle bir kültür ile mi yetiştiler. Bütün insan yetiştirme araçları; medyası, örgün ve yaygın eğitim kurumları böyle bir kültüre mi hizmet ediyorlar? Açıkça görülüyor ki eğitim düzeyi yükseldikçe şiddet azalmıyor… İnanılmaz bir şekilde, yavuz hırsız misali her kadına şiddet olayında bu “gerici” kültüre yükleniliyor… Aslında, bu söylemin altında, zımnen, özellikle dinin ve geleneğin bu kültürü ürettiği kabulü ve suçlaması var.

 

  1. Kaçırıldığı sanılan genç kızlar, bakıyorsunuz kendi iradeleriyle evlerini terk ediyorlar. “Erkek arkadaşının” evini kendi evinden güvenli bulan genç kızlar[1]; “Erkek arkadaş,” “kız arkadaş,” bir evi paylaşan, “partner” olarak yaşayıp giden (sanki bir sorun yok gibi) gençler bir şekilde birbirlerinden sıkıldıkları, sorumluluk taşımak istemedikleri zaman tartışmalar ve şiddet devreye girince biz sorunu fark ediyoruz. Ve çözüm üretmekten uzak tartışmaları yapıyoruz, şiddetin her türünü lanetliyoruz. Bir daha ki olaya kadar böyle gidiyor… Tartışmaları yaparken kullandığımız literatürün meşruiyetini hiç sorgulamıyoruz. Evli olmadıkları halde birlikte yaşayan gençlerin durumunu hiç sorgulamıyoruz. Çünkü bu “modern bir tavır” olmayacaktır(!)

 

  1. Yaşadığımız sosyal ortamın ayartıcıları dikkate alındığında belki de şiddetin neden daha fazla olmadığını sorgulamak gerekir. Bütün medya imkânlarının şiddet üretme üzerine kurgulandığı, “benim bedenim benim yaşamım” söyleminin zirve yaptığı böyle bir ortamda şiddetten suçlanan gene din olabiliyor. Üstelik geleneğin, adetlerin suçu da dine yükleniyor. Peki, dini yorumlarda şiddeti besleyen bir pay yok mu? Var elbette… Lakin böyle bir dini yorumun hayata hâkimiyeti artmış değil ki şiddet de buna bağlı artıyor olsun. Bilakis son zamanlarda insanımız alabildiğine dünyevileşmiştir. Dindar gözüken kesimler dahi alabildiğine hazcı yaşama kendilerini kaptırmış durumdalar.

 

  1. Neden her şiddet olayı erkek şiddeti olarak taktim ediliyor? Oysa şiddet uygulayan ve şiddete maruz kalan insanların tek özelliği erkek ve kadın olmak değil ki… Sevgilisi, “erkek arkadaşı*” tarafından uygulanan şiddet ile meşru bir evlilik bağı ile bağlı aile içi şiddeti bile aynı kategoriye koyup, toptan erkek şiddeti diye taktim etmek doğru mu? Psikolojik sorunlar yüzünden ortaya çıkan şiddetin gene erkek şiddeti diye takdim edilmesi doğru mu? Hülasa bu bağlamda ortaya çıkan her olayı, kadın erkek eşitliği veya toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamına oturtmak ne ölçüde doğru? Ben bir erkek olarak neden üç-beş psikopatla aynı kategoriye konayım…

 

Gelin şimdi şiddetin nedenlerine ilişkin bir projeksiyon denemesi yapalım…

 

  1. Şiddetle ilgili istatistikler bize şunu düşündürmektedir: Şiddet her eğitim seviyesinde ve her refah seviyesinde azımsanmayacak oranlarda yaşanmaktadır. (TUİK verilerinden de görebilirsiniz.) Bu da bize şiddetin sebeplerinin bir iki kaleme indirgenecek gibi olmadığını, bilakis çok yönlü ele alınması gerektiğini düşündürmektedir. Ortaya çıkan şiddet sorununu başka bir sorunla türdeş, yakın ilişkili olarak nitelemek istesek ne diyebiliriz? Kanaatimce tüm toplumsal sorunlarımızın temelinde Aile vardır. Aile kurumunun yozlaşması vardır. Bireyselleşme, dünyevileşme, konforizm de diğer bazı amillerdir.

 

  1. Ailenin ifsadı, şiddeti nasıl üretiyor denirse şu kadarla iktifa edelim: Aile topumun en temel ve asıl eğitim kurumudur. İnsan ilk eğitimini ve örnekliği ailede edinir. Bu kurumun ifsadı tüm toplumsal alanları etkiler. Ailenin nasıl ifsat edildiği ayrıca bir sorunsaldır. Peki, dünyevileşme nasıl oluyor da şiddet üretiyor denirse: Beklentileri yükseltilen ve bireyselleşen insanların hem sorumluluk alma kapasitesi düşüyor hem de karşılaştığı sorunlara tahammül kapasitesi… Haz odaklı yaşam herkesi kuşatıyor.

Şiddetin Tanımı

  1. Arapça “şdd” kökünden gelen şiddet sertlik, katılık, yoğunluk sözcüğünden alıntıdır. Siddet, Arapça şadda “sert ve katı idi, sertleşti, gerdi, kastı” fiilinin mastarıdır. Arapça’da bazı harflerin bir nevi vurgulu (tekrarlı) okunmasına da şeddeli denir.

 

  1. Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır.[2]

 

  1. Şu halde şiddet, fiziksel ve/veya ruhsal darp/baskı uygulamaktır. Bir yönüyle çok kötü bir kelime gibi gördüğümüz, sunduğumuz bu kelime hayatın, tabiatın temel dinamiğini oluşturan bir olgudur. Adeta yerçekimi gibi dinamizm üretir tabiatta. Hayvanların ve bitkilerin yaşamı şiddet üzerinedir. Şiddet bakımından galip gelme çabası yaşamın döngüsünü sağlar. Çiftçi iseniz aslında biraz da katilsiniz. Çiftçilik faaliyetleri esnasında, zirai mücadele adı altında pek çok hayvanın canına, kanına girersiniz. En masum eylemleriniz karınca yuvalarını bozar, solucanları doğrar belki. Bazen sizde tabiattan şiddet görürsünüz; doğal bir olgu yani…

 

  1. İnsan ilişkilerinde şiddet, ahlaki veya hukuki bir temele dayanıp dayanmadığına göre iki şekilde karşımıza çıkar. Toplumsal hayatta sürekli tartıştığımız şiddet, tabi ki hukuki bir temeli olmayan hatta kanunlara aykırı kabul edilen şiddettir. Ahlaki ve hukuki olan ile kanuni olanın her zaman denk düşmediğini de bu noktada vurgulamak gerekir. Keza toplumun ahlaki anlayışı ile ahlak felsefesi bağlamında bir uyuşma da olmayabilmektedir. Ahlaki ve hukuki olan ile kanuni olanın ve toplumun algısının aynı olması iyi olurdu elbette; ancak çoğu zaman bu gerçekleşmemektedir.

Toplumda Şiddet Üreten Yobazlıkları

  1. Dini ve Milli, Kültürel Yobazlık
  2. Modernist Yobazlık
  3. Kaba Yobazlık (Maganda Yobazlık)

 

  1. İğneyi de çuvaldızı da önce kendimize batıralım. Ait olduğumuz kültürel çevrede şiddet olağan karşılanan bir durumdur. Ebeveyn şiddeti, koca şiddeti, büyüklerin şiddeti, geleneğin şiddeti, hatta kurumsal şiddetler bir şekilde içselleştirilmiş ve kimi zaman ataların yaşantısı, kimi zaman dini bir yorum olarak karşımıza çıkar. Bu şiddet türlerinin geçmişte bir bağlam içinde haklı nedenleri olsa bile zamanımızda o bağlamını da yitirmiş ve batıl inanç gibi insanları etkilemeyi sürdürmektedir. Her ne kadar kötülesek de milletimizin hiçte yabancı olmadığı bir olgudur şiddet. Hatta şiddeti sevdiğimiz bile söylenebilir. “Kodumu oturtacak” otoritelere gizli gizli hayranızdır. Tarihimizde kayda geçmiş şiddet örneklerini “o zamanın şartları böyleydi” gibi mazeretlerle savunan kesimlerimiz eksik olmaz. Hem sosyal hayatımızda hem siyasal hayatımızda karizmatik lider arayışımız, şiddeti seven, şiddete (güce) saygı duyan bir toplum olduğumuzun göstergesi kabul edilebilir.

 

  1. Eğitimli, modernist yobazlığa gelince; günümüzde, neredeyse tüm yaşam alanlarını kapsamına aldığı, işgal ettiği halde ortaya çıkan şiddetin tamamını, yavuz hırsız misali dini ve kültürel yobazlığın üzerine atmaktadır. Aslında onun tam olarak yapmak istediği dini (İslam’ı) kötülüğün kaynağı olarak göstermektir. Bunu bazen taammüden amaçlamakta bazen de bilinçaltı böyle çalıştığı için farkında olmadan yapabilmektedir… Bu yobazlık türü, dini doğmalara karşı çıkar, hatta dini hepten doğma zanneder ama asıl doğmaları kendisi üretir. Dini kutsallara karşı çıkar ama kendisi de yeni kutsallar üretir. Şiddet üretme kapasitesi bakımından kültürel yobazlıktan hiçte geri kalmaz. Fazlası vardır eksiği yoktur. Bu yobazlığın şiddet üretme özelliği yaşam tarzından gelir. Tüketim kültürünün nezaretinde bir hayat kurar. Sorumluluk algısı düşüktür. Serbest yaşam erbabı nesiller üretir. Mahrem kavramını hiç sevmez. Her şeyin paylaşımına dayalı sosyal medyayı pek sever ve tepe tepe kullanır. Sanat ve spor adı altında şiddet üreten mekanizmaların serbestçe işlerliğini destekler. Şiddete dair bir suçlu ararken sinema dünyasının ürettiği şiddeti görmezden gelir. Aile kurumunu yok eden kavramsal sapmalara, feminist perspektife destek sunar. “Benim bedenim, benim yaşamım” söylemini doğrudan veya dolaylı destekler.

 

  1. Üçüncü kategori yobazlık, aslında hayvani bir tepkiselliği, kabalığı, yontulmamışlığı ifade eder. Şehir magandası diye nitelenen bir davranış kalıbına sahip bu yobaz türünün oluşturduğu şiddet hiç de az değildir. Her ne kadar eğitim görmüş olsalar da gene de kabalıkları fazla giderilememiş; ilim cehli giderse de eşekliği baki kalan bir kesim hep vardır. Bu kişiler oldukça basit gerekçelerle gözlerini karartabilirler ve kolayca kan dökebilirler. Karşılarındaki kişinin kadın, yaşlı veya çocuk olmasını da pek kale almayabilirler. Bu türden yobazların yarattığı şiddet de bazen birincinin hesabına yazılmaya çalışılır. Oysa bunda kültürel yobazlığın payı olsa bile bu yobazlık da nihayet modernist yobazlığın nezaret ettiği sosyolojik şartların ürünüdür. Eğitim kurumları, medya araçları, spor-sanat faaliyetleri neye hizmet etmektedir sizce?..

 

  1. Bu üç yobazlığın da ortak bir yönü vardır: Güce tapmak. Gücü elinde bulundurana hayran olur, çoğunluğun itibarına itibar ederler. Allah ne kadar insanı, kula kulluktan kurtarmak istese de bu üç yobaz türü gücü elinde bulundurana kul olmaya teşnedir. Birinci ve ikinci tür yobazlık orijinal ve/veya iyi formun yozlaşması şeklinde ortaya çıkarken; üçüncü tip yobazlık aslı itibari ile hayvanca, içgüdüsel kabalığın tezahürüdür. Bu yobazlık, hayvani kabalık temelinde karma bir kültürdür. Hem Modernist yobazlıktan hem de milli kültüre dayalı yobazlıktan pay alsa da baskın özelliği kabalıktır.

Şiddetin Popüler Mazereti (Namus)

  1. Kadına yönelik şiddetin bilinen en popüler mazeretlerden belki de ilki bu, “namus.” Bizim insanımızın bir garip namus anlayışı vardır. Özellikle Kültürel yobazlıktan etkilenen Maganda Yobazlığın pek sevdiği bir mazerettir namus. Boşanmak da bir nevi namus sorunu olarak algılandığı için boşanmak isteyen eşe karşı şiddete sıkça başvurulur. Yürümeyen bir evlilik ısrar etmek neden zorunluluk gibi algılanır? Dünyanın sonu değil ya; ille de yürümeyecekse en iyisi güzelce boşanmak olmalıdır. Namus bağlamında, modern yobazlık, kültürel ve maganda yobazlığın karşısında konumlanır tabi ki… Ve alaycı bir tutum takınılır. Hatta işi arsızlık boyutuna taşıyanlar çıkar. Oysa her konuda dengeyi (vasatı) gözetmektir bize yakışan. Namusla ilgili çarpık algılar dine dayandırılmak istenir çoğu zaman.

 

  1. Arapça nāmūs “yasa, töre, onur” anlamındadır. Arapça’ya sözcük Aramice/Süryanice nmūs veya nūmūsā “yasa” sözcüğünden alıntıdır. Eski Yunanca nomós” yasa, töre” anlamındadır.[3] (Yunanca’dan Aramice’ye, oradan da Arapçaya geçtiği iddia ediliyor yani…) TDK sözlüğünde (na:mus), Arapça nāmūs 1.(isim) Bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet: “Fakat durup dururken, kendi yağıyla kavrulan bir genç kız namusuna bu kadar namussuzca iftira olur mu?” -Etem İzzet Benice- 2.(isim) Dürüstlük, doğruluk: “Liyakat ve namusa dayanan zenginliğe düşman değilim.” -Mehmet Kaplan-

 

  1. Sözcük her ne kadar Arapça kökenli gösterilse de Arapça anlamı ile bizim kullandığımız anlam aynı değildir. Bu kelime kur’an’da geçmediği halde iffet anlamındaki kelimeler pek çok mealde namus olarak yer almaktadır. TDV İslam Ansiklopedisi’nde konuyla ilgili şu açıklamaya yer verilmiştir: Arapça’da nâmûs şeklinde kullanılan kelimenin aslı “kanun” anlamındaki Grekçe nomostur. Ancak bazı Arapça sözlüklerde kelimenin “sır saklamak, gizli söz söylemek” mânasındaki nems masdarından isim olduğu ve “sır ortağı; hile, tuzak; saklanılan yer” gibi mânalara geldiği, hayırlı sırların ortağına “nâmûs”, kötü sırların ortağına “câsûs” denildiği belirtilmektedir (Cevherî, eṣ-Ṣıḥâḥ, “nms” md.; Meḳāyîsü’l-luġa, V, 481; İbnü’l-Esîr, V, 119; Lisânü’l-ʿArab, “nms” md.; Kāmus Tercümesi, II, 1036).

 

  1. Kur’ân-ı Kerîm’de nâmûs kelimesi geçmez. Vahyin başlamasıyla ilgili hadislerde kelimenin Varaka b. Nevfel tarafından zikredildiği görülmekte ve bunun İslâm kaynaklarında ilk kullanım olduğu anlaşılmaktadır. Bu hadislere göre Hz. Muhammed ilk vahyin tesiriyle bir sarsıntı geçirince Hz. Hatice, Câhiliye döneminde Hıristiyanlığı benimseyen ve Kitâb-ı Mukaddes hakkında mâlûmat sahibi olan amcası Varaka b. Nevfel’e giderek Resûlullah’ın yaşadıklarını anlatmış, bunun üzerine Varaka Hatice’ye, “Eğer bana söylediğin doğru ise Mûsâ’ya gelen nâmûs-i ekber ona da gelmiştir”, tavaf esnasında karşılaştığı Hz. Peygamber’e de, “Şüphesiz sen Meryem oğlu Îsâ’nın müjdelediği peygambersin ve Mûsâ’nın nâmûsunun benzeri bir hal üzeresin” demiştir…

 

  1. Görüldüğü gibi kelimenin kökeni olarak gösterilen Yunanca, Aramice veya Arapça’daki kullanımların bizdeki ile yakın anlamı olsa bile ciddi farklar vardır. Ayrıca kelimenin kadında ırz, iffet anlamına indirgenmesi bir algı bozukluğudur. Kelime iffet, izzet, şeref, dürüstlük gibi anlamlarıyla aslında hem kadın hem de erkek için söz konusudur. Kısacası “namus” kelimesiyle ilgili algı ve kullanım bozuklukları kültürel bir sorun olup İslam’a mal edilemez. Peygamberimiz ilk evliliğini daha önce iki defa evlenip boşanmış bir kadın olan Hatice validemizle yapmıştır. Dul olması onun için ne ar ne de bir kusur olarak değerlendirilmiştir. Allah’ın dini İslam bu konuda gayet esnektir. Kadın erkek ilişkileri ve evlenme-boşanma bağlamında insan tabiatına uygun hükümler vaz etmiştir. Ortaya çıkan sorunlar ya yanlış yorumların veya kültürün günahının dine yüklenmesiyle alakalıdır. Kadının dövülmesi, cariyelerle ilişkiler, çocuk yaşta evlilik gibi sorunlar gelenekçi yorumların günahıdır. Allah cariyelerle de olsa nikahsız ilişkiyi; çocuk yaşta evliliği, kadının dövülmesini emir veya tavsiye etmemiştir. Gelenekçi atalar dininin (Kültürel İslam’ın) yorumları batıldır. Bu konuların detaylarına girmek bu yazının maksadını aşar. Dileyen araştırabilir. Allah’ın dinini doğru anlamak ve yaşamak da beleş değildir. Kimse dosdoğru bir yolun üstünde doğduğunu sanmamalıdır. İmkanı ölçüsünde doğruları keşfetmek her kulun imtihanıdır.

Toplumsal Dönüşümün İki Temel Formu

  1. Toplumsal ifsat ve ıslah (bozulma ve düzelme), kısaca dönüşüm, iki temel akıntı şeklinde cereyan eder. Birisi görünür, üst akıntıdır diğeri görünür olmayan dip akıntıdır. Üst akıntı, toplumsal dönüşümün adetler, alışkanlıklar üzerinden gerçekleşmesidir. Dip akıntı ise toplumun kavramlar üzerinden dönüşmesidir. Her iki dönüşüm şeklinin farklı düzeylerde etkenleri vardır. Aslında bu iki dönüşüm birbirinin de etkenidir. Kavramsal dönüşüm kendine has alışkanlıklar üretirken; Alışkanlıklar da kavramsal dönüşümü üretir. Cumhuriyet tarihi boyunca, hatta ondan da evvel başlayan ve halen devam ettirilen “Batılılaşma” politikası çerçevesinde hem kavramsal dönüşümün hem de davranışsal dönüşümün öncülüğünü bizzat devlet yürütmektedir. Avrupa müktesebatına uyum çerçevesinde imza edilen maddeler, çıkarılan yasalar ve eğitim kurumları kavramsal dönüşümün araçlarıdır. Mesela “İstanbul Sözleşmesi**”nin işlevi toplumu kavramlar üzerinden tahrip etmektir. Bu kavramsal tahribat yeni bir söylem, dil üreterek hem insanların algılarını bozuyor hem de hukuka yansıyor ve mahkemelerde alınan kararları etkiliyor… Medya, moda ve reklam dünyası ve Sanat ve spor dünyası gerek kavramların ve gerekse alışkanlıkların yozlaştırılmasında önemli rol sahipleridir. Ve bu rol onlara Batılılaşma politikası çerçevesinde verilmiştir. Ama nedense şimdi sonuçlarından şikayetçi olunuyor ve bir günah keçisi aranıyor. Bulunan en iyi günah keçisi de “Dini ve Kültürel Yobazlıktır” oldum olası. Oysa bugün yaşadığımız sorunların büyük çoğunluğu modernist yobazlığın nezaretinde gerçekleşmektedir.

 

  1. Akademik çevreler daha çok kavramsal tahribat konusunda önemli rol üstlenmiş durumdalar. Sosyolojik müfredatlar, feminist perspektife indirgenmiş durumdadır. “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” kavramsallaştırması üzerinden aslında yeni bir rol paylaşımı dizayn edilmektedir. Bu çevrelerin en önemli paradoksu şudur: Cinsel rollerin, erkek egemen topumun rol paylaşımı sonucu olduğu tespitini yaparken kısmen haklı olsalar da aslında kendilerinin yaptığı şey de cinsel rolleri dışarıdan belirlemeye kalkmaktır. Üstelik bunu yaparken biyolojik (fıtri) yatkınlıkları bütün-bütün dışlamaya kalkmaktadırlar. Cinsel eğilimlerdeki serbestlik, haz odaklı küresel tüketim kültürünün işine gelmektedir.

 

  1. Yukarıda değindiğim modernist yobazlığa prim veren çevreler, toplum tarafından belirlendiğini iddia ettikleri cinsellik ve bu cinsellik olgusunda özellikle kadına biçilen role yüksek sesle itiraz ederek kendilerince sorun çözmek adına öneriler sunmakta, faaliyetler yapmakta ve kanunların çıkarılmasını sağlamaktadırlar. Böylece kendileri de yeni bir cinsellik ve buna bağlı olarak da kadın erkek rolleri belirlemektedirler. Ne ki getirdikleri öneriler ve belirledikleri roller sorun çözmek şöyle dursun sorunu iyice azdırmaktadır. İlkeli olamadıkları için “kadının beyanı esastır” gibi hukuk garibesi ‘umdeler’ ortaya çıkarmaktadırlar.

Şiddet Tekeli Sadece Devlette midir?

  1. Toplumda yasal şiddet, devlet denilen mekanizmanın tekelinde kabul edilir. Yani olması gereken; suçluları cezalandırma tekeli devletin elinde olmasıdır herhalde. Peki, bu manada şiddet, sadece devletin tekelinde midir? Mesela ebeveynin çocuklarına şiddet uygulama (cezalandırma) hakkı yok mudur? Veya öğretmenin öğrencilerine… Sorusu bile ne kadar tepki görecek, yadırganacak, biliyorum. Ama yine de sormalıyız. Modern yaşam, bizi çoğu zaman ikiyüzlü olmaya zorlar; fıtratımızı reddetmemizi ister. Bir çeşit maske ile dolaşırız. Aslında fiilen yaşadığımız olguları teorik planda savunamamak ikiyüzlülüğüdür bu… Bence bu soruları cesaretle sormalı ve tartışmalıyız. “Evde bir erkekle yakaladığı 19 yaşındaki kızına tokat atan adama para cezası…[4]” Evet, bu gerçek bir olay… Tuzun koktuğu zamanları yaşıyoruz. “..kızı ise kendi isteği ile ilişkiye girdiğini söyleyip kendisine tokat atan babasından şikayetçi oldu.”

 

  1. Şiddet, tamamen hayatımızdan çıkarılıp atılası bir olgu olmadığına göre; asıl sorun şiddetin hangi makul sınırlara çekilmesi gerektiğidir. Yasaların şiddet konusundaki tutumu ahlaki ve hukuki anlamda da makul bir zemine çekilmeli ve mahkemelerde alınan kararlar vicdanları teskin etmelidir ki toplum şiddeti kendi uygulamaya çalışmasın. Keza toplumun adet, alışkanlık ve töresinde de şiddet, ahlaki ve hukuki bir düzleme oturmalı ki gene toplumsal vicdanlarda sükunet sağlanabilsin. Ebeveynin şiddet (cezalandırma) hakkı varsa eğitimde de şiddet bir yöntem olarak kullanılabilir demektir. Şiddeti dayak atmaya indirgersek sorunu doğru anlamış olmayız. Cezalandırmaların da bir şiddet olduğu düşünülürse okullarda disiplin kurallarının da aynı işlevi gördüğü veya amaçladığı ortadadır. Şu halde “şiddetin her türünü lanetlemek” gibi tutumlar gerçekçi ve sorun çözücü değildir. Yapılması gereken şiddetin sadece makul, ahlaki ve hukuki zeminde icra edilmesidir. Güya şiddeti tamamen dışlayan tutumlar göstermeliktir.

“İçinizde insanları iyiliğe çağıran, marufa uymalarını isteyen ve münkere karşı çıkan önder bir toplum (ümmet) bulunsun. İşte umduklarını bulacak olanlar onlardır.”<3-Ali İmran/104>

  1. Küçük de olsa her insan topluluğunun iyiliğe davet etme ve kötülükten men etme sorumluluğu vardır. Bu topluluk aile gibi toplumun en temel kurumsal yapısı ise iyiliğe çağırma ve kötülükten sakındırma kaçınılmaz bir vecibedir. İyiliğe davet ve kötülükten sakındırma çoğu kez en azından özgürlüğün kısıtlanması gibi bir tedbire başvurmayı gerektirir. Siz buna “psikolojik şiddet” diyerek dışlamaya hatta ebeveyne ceza kesmeye kalkarsanız fıtrata savaş açmış olursunuz. Bugünde yaşanan bundan farklı değildir.

 

  1. Aile dâhil her alanın devlet eliyle düzenlenmeye kalkılması günümüzde kötü sonuçlarıyla birlikte yaşadığımız diğer bir sorunumuzdur. Devletin en temel işlevi emniyet sağlamak olmalıdır. Can emniyetini, mal emniyetini, nesil emniyetini, inanç emniyetini vb. Oysa günümüzdeki devletlerin belki tamamı ideoloji dayatan devlettir. Devlet toplumdaki hakim bir ideolojinin kontrolünde olabilir. Bu anlayışla karşılanabilir. Böyle durumlarda diğer ideolojilere toplum düzenini bozmama esaslı özgürlüklük tanınmalıdır. Devletin küçük bir çıkar gurubunun elinde derin bir yapıya bürünmesi ise hiç kabul edemeyeceğimiz durumdur. Ne yazık ki günümüz devletleri tarih boyunca olduğundan çok daha fazlaca bu yapıya bürünmüştür. Ve devletlere hakim derin yapılar dönem dönem şiddeti devlet imkanlarını kullanarak icra eder veya örgütlerler. Toplumun bazı sorunları kendi yazılı olmayan örfüyle çözümlemesi gibi esnek yapısını yok eder ve her alanı yasalarla düzenlemeye kalkarsanız ortada toplum diyebileceğimiz bir insani kurum kalmaz. Evli çiftler arası sorunların nasıl çözüme kavuşturulacağının güzel bir örneğini görmek isterseniz, 14 asır öncesinin tarihsel metni demeyip Allah’ın vahyi Kur’an’ı okuyun derim…

Ayartıcı Kuvvetler

  1. Medya; yazılı, görsel ve sosyal medya elbette ayartıcı kuvvetlerin başını çekmektedir. Özgürlük adına medya alanına tanınan tolerans hunharca kullanılmaktadır. Dizilerde, sinemada şiddet esas temadır. Hatta şiddet haberleri dahi şiddet üreten bir dille sunulur. Defalarca patlatılan silah görseli eklenir, olaya ilişkin bir görüntü varsa defalarca tekrarlanır. Görüntü yoksa siluetlerle görüntü eklenir habere. Magazinci tutumuyla sunulur en dramatik haberler. Bu magazin haberciliği o kadar çığırından çıkmıştır ki, artık sokaktaki vatandaş da haberci gibi kullanılmaktadır.

 

  1. Sanata özgürlük altında sinemada üretilen şiddete göz yumulur. Sansür sinema ve medya dünyası için aslında daima olmazsa olmaz bir tedbir iken, öyle lanetlenmiş ki kimse ağzına dahi alamaz. Oysa sansür, mesela İran sinemasının yeni anlatı kodları geliştirmesine katkı sağlamıştır.[5] Öyle bir sansür uygulanmalıdır ki, reyting peşinde koşan sektöre, cinselliğin ve şiddetin öne çıktığı ucuz yöntemlerle film yapma imkânı verilmesin; kendilerini geliştirmek zorunda kalsın ve kaliteli filmler üretilsin.

 

  1. Medya, moda ve reklam sektörü, spor ve sanat camiasındaki arsızlığı, cinselliği, serbest yaşam formunu teşvik eden etkinlikleri şiddetten ayrı tutamayız. Bu yaşam formları (bu yazı boyunca anlatmaya çalıştığım sebeplerle) nihayetinde şiddet üretmektedir. Her tür aşırılıklar, şiddetle sonuçlanır.

Sonsöz

  1. İçinde yaşadığımız tüm toplumsal alanların modernist yobazlığın kodları ile tahkim edildiği açıkça ortada iken ortaya çıkan her sosyal sorunda dini formun öne çıkığı kültürün suçlanması adet haline gelmiştir. Bu şekilde modernist çevreler dini kültürün üstünde sürekli bir baskı kurarak, İstanbul sözleşmesi gibi, kendi açılarından kazanımlarını elllerinde tutmaya çalışmaktadırlar. Dini kültürün doğru veya yozlaşmış formlarına sahip kesimler ise sürekli savunmada kalmak zorunda tutuluyorlar. Ne yazık ki bu çevreler, savunma psikolojisinin ezikliği içinde kültürel alanı Modernist kodlarla ayar etmeye bizzat ortak olmaktadırlar. Geldiğimiz noktada; nikahsız ilişkinin hem yasal anlamda hem de ahlaki anlamda suç olmaktan çıkarılmasını içselleştirmiş durumdayız. Sırada eşcinselliğin tamamen normalleştirilmesi yer almaktadır. Aslında bu alanda da oldukça mevzi kaybettiğimiz ortadadır. “ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, dünya genelinde eşcinselliğin toplumlarda kabul görme eğilimi arttı. Eğilim ülkelere göre farklılık gösterirken Türkiye’deki kabul oranı yüzde 25.[6] Bu araştırmaya göre: Rusya, Ukrayna ve Kenya’da oran yüzde 14  Tüm bunlar aile kurumuna zarar verirken aynı zamanda şiddet zeminini hazırlamaktadır.

Orhan Cesur

——————————-

[1] https://www.haberler.com/kayip-kiz-erkek-arkadasinin-evinde-bulundu-6168420-haberi/

https://www.hurriyet.com.tr/gundem/akillara-durgunluk-veren-olay-kayip-kizlari-erkek-arkadasi-ile-dukkanlarini-soydu-41570451

* “Erkek arkadaş”, “kız arkadaş” ifadeleri, İngilizce öğretim süreçlerinde ve tv, sinema ortamlarında öğretilmiş  bize ait olmayan kültür unsurlarıdır.

[2] World report on violence and health https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/42495/9241545615_eng.pdf;jsessionid=E55C9ED6044516B96D48F9458EE6889C?sequence=1

[3] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/namus

** Sözleşmenin asıl ismi “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi.” Orijinal metindeki ‘domestic violence’, ‘ev içi şiddet’ ifadesi ‘aile içi şiddet’ olarak Türkçeye çevrilmiştir. Evet, bu ifade aile içi şiddet anlamını da içerse de orijinal metin aslında birlikteliğin meşruiyetini gözetmemektedir. Önemsiz gibi görünen bu küçük ayrıntılar kavramlarımızın ve giderek tasavvurumuzun değişmesine yol açmaktadır.

İstanbul sözleşmesi neden tepki alıyor? “…Ancak Sözleşme ile ilgili tek konu kadına yönelik şiddet değil. Asıl itiraz onun cinsiyetleri birbirine karıştıran ve belirsizleştiren dilidir ve bu yönüyle hiçbir etkisi olmasa bile böyle bir sözleşmenin Türkiye gibi bir ülkenin kabul edeceği bir belge olması mümkün değildir.”< https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasinaktay/yasalar-yorumlari-uygulamalari-ve-etkileri-2055800 >

[4] İRAN SİNEMASININ ANLATI KODLARI: DİN, SANSÜR, ŞİİR ve BELİRSİZLİK <https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kizina-tokat-atan-babaya-740-lira-ceza-90315>

[5] http://www.asosjournal.com/?mod=makale_tr_ozet&makale_id=36093

[6] https://www.dw.com/tr/d%C3%BCnyada-e%C5%9Fcinselli%C4%9Fin-kabul-g%C3%B6rme-oran%C4%B1-art%C4%B1yor/a-53942107#:~:text=Buna%20g%C3%B6re%20e%C5%9Fcinselli%C4%9Fin%20toplumda%20en,de%20y%C3%BCzde%2025%20olarak%20belirlendi.&text=Pew’in%20ara%C5%9Ft%C4%B1rmas%C4%B1na%20g%C3%B6re%20din%20de%20e%C5%9Fcinselli%C4%9Fe%20bak%C4%B1%C5%9Fta%20etkileyici%20fakt%C3%B6rlerden.