1. Tarih boyunca cereyan eden bir mücadeledir bu, dinin ve kültürün mücadelesi. Din toplum içinde kök salmak için kültür üretmek zorundadır. Ne ki kültür dinin yerine geçer zamanla. Böylece dinin sahici kalma ömrü kısa olur. Dine uygun bir kültürün topluma hakim olduğu süreçler uzun ömürlü olmaz ne yazık ki. Toplum din diye kültürü yaşar çoğunlukla. Her peygamber aynı zamanda bir müceddid[1] olarak gelir ve dini kültürün elinden kurtarır. Çamura düşmüş olan altını temizler. Çok geçmeden toplum dini yeniden kültürün hakimiyetine verir. Bu tarih boyunca belki binlerce kez tekrar etmiştir.

 

  1. Sanat veya edebiyatta söz sahibi, dindar kimi entelektüel insanlar… Ama bunların dini hikaye, rivayet, tarikat kültürü ile süslüdür; erbabı tasavvufun türküsünü dillendirirler çoğu zaman. Tasavvuf dışlanırsa dinin ruhsuz kalacağını iddia ederler. Tasavvufun şirkine sarılmak için dinin katı yorumlarını öne sürerek mazeret üretirler. Tasavvufa karşı olanları katı, ruhsuz, zahiriye[2] olarak veya sapık kabul ettikleri bir kısım mezheplere sayarlar. Kültürü yüceltmek hurafe sevgisine dönüşmüştür bunlarda. Toplum da hurafeyi sevmiştir. Aslında hurafeyi besleyen fıkhı savunageldikleri halde diyanet çevresi ve kimi ilahiyatçılar, isteseler bile halkı bu tutumdan vazgeçiremiyorlar. Sahih bir fıkıh çabası içinde olan ve ona bağlı olarak hurafe karşıtı olan çevreler ise sünneti (hadisi) reddetmek, sapık olmak gibi yaftalanmaktadırlar… Türbeler, yetkililerce tarihi mekan, turizm imkanı, kültür unsuru olarak görülmektedir. Türbelerin ziyaret edilmesi, insanların orada taleplerini dile getirmek suretiyle şirke girdikleri çok açık olmasına rağmen teşvik edilmektedir. Buna karşı geliştirilen doğru tavırlar, en uç yanlış tavırlar kategorisine konarak karartma yapılmaktadır.

 

  1. Dinin kültürleşmesiyle kültürün dinleşmesi benzer süreçlerdir. Önce din mi vardır yoksa kültür mü?… Dinin (veya inancın) psikolojik ve toplumsal bir olgu olduğunu sananlar için cevap malumdur: “din sosyolojik kurgudur. İnsanın zaaflarından neşet eden ve toplumu yönetme için araç yapılmış kurgudur.” Yegane tanrı varlığını dışlayan bu bakışın, odağında insan bulunan eşyanın varlığını açıklama şansı hiç olmamıştır. Hiçbir dini saygı terminolojisine sığınmadan söyleyebilirim ki Antropolojik, Fizik, Astronomik, Tarihi ve diğer tüm bilim bulguları eşliğinde yegane tanrı fikrinin test edilmesine açık olmalıyız. Bilim (ilim) ve vahiy aynı kaynaktan neşet eden iki hakikattir. Veya bir hakikatin farklı veçheleridir. Aslında insanlık daha en küçük bir topluluk iken dahi din vardı. Din insan hayatına dair ilk düzenlemeyi vaz edendir. Din vaz edilendir. Gökseldir. Vahiyle belirlenendir. Kültür ise insanoğlunun din ve doğa karşısında ürettiği anlamdır. Takındığı tavır, kurguları, hayalleridir. Sorun şu ki, insan din ve tabiat karşısında anlam üretirken kendi içinde var olan ayartıcılara da kulak vererek ya bilinçli tercihler yoluyla veya böyle daha iyi olur gibi yorumlarla Tevhid çizgisinden saparak başka yollara tevessül eder ve o yönde tercihlerde bulunur. Bu yöndeki üretkenlik ve başarısı gözünü döndürür. İşte ilahi rehberlik kurumu olan ‘Risalet’ bu sapmayı düzeltmek için vardır.

 

  1. İsterseniz öncelikle şu kültürün ne menem şey olduğunu anlamaya çalışalım öncelikle. Bazı kavramlar için yapıldığı gibi kültür için de “tanımı güç, veya tanımlanamaz veya sonsuz tanımı yapılabilir” gibi absürt sözlere gerek yok. Kültürün birden çok tanımı yapılsa da elbette genel bir tanımı mümkündür.
  • Kimisi derki, “İnsanoğlunun her şeyi unuttuktan sonra geriye kalanlardır kültür…
  • Kültür, insanoğlunun maddi ve manevi olarak ürettiği, yarattığı her şey: Gelenekleri, görenekleri, dili, dini[3], edebiyatı, teknolojisi, giyimi, mimarisi, yemekleri vs.
  • Kültür terimi yerine eskiden Arapça kökenli “hars” sözcüğü kullanılmış. Ziya Gökalp kültürü “bir milletin maddi manevi tüm birikimi, harsı” diye tanımlamıştır.[4] TDK bu sözcük yerine “ekin” kelimesini önermiştir.[5]
  • Toplumun yaşama biçimi, problemlerin çözüm yöntemi, öğrenilen davranışlar bütünü, davranışları düzenleyen normatif bir sistem, doğada var olana karşılık insanların oluşturduğu her şey, bir egemenlik ve meşruiyet aracı…[6]
  1. Kültür, bir toplumun duyuş ve düşünüş biçimini yansıtan yaşantıları, düşünce ve sanat varlıklarının tamamı. Kültür en genel manada bir toplumun yaşantı biçimidir. Eğlence (zevk), yas tutma (hüzün), kutlama (bayram, festival) törenlerine ve giyim kuşamına yansıyan bilinçaltıdır. Bir toplumun kimliğidir.

 

  1. Kültür bir toplumsal olgudur, üründür. İnsanlar arası etkileşimden doğar ve gelişir. Toplumun kültürü olur. Ferdin kültüründen söz ettiğimizde ise onun bilgi birikimine ve görgüsüne işaret ederiz. Yani kültür ferdi olmaktan çok toplumsal bir olgudur ve fert toplumun üyesi olması yönünden kültürle etkileşim halindedir. Ferdin ürettiği sanat eserleri vb. ürünleri topluma mal olunca, paylaşım yoluyla kültür haline gelir. Zira kültür bir toplumun duyuş ve düşünüş eserleri yoluyla deneyimlenir ki bunların hepsi de toplum olmayı gerektirir. Sonra bu deneyimler bir sonraki nesle miras bırakılır. Her nesil kendisinden önceki nesillerden öğrendiklerini ve kendisinin kültür bütününe katkılarını bir sonraki nesle aktarmaktadır. Bu nedenle kültür fert için kendi toplumunun bir mirasıdır. Yani birey kültürü daha önceki kuşakların çaba ve tecrübelerinin bir ürünü olarak devralmaktadır. Ancak bir ferdin de toplumu etkilemek suretiyle kültüre etki etme gücü, imkanı olabilir. Kültür miras olarak (veya eğitim yoluyla) aktarıldığı gibi değişebilir de. Ancak kültürün değişimi veya yeni bir kültür üretme süreci sürükleyici lider veya önemli olaylar gerektirir.

 

  1. Dil, din, coğrafya kültürün başlıca unsurlarıdır. Bu unsurlar hem kültür oluşumuna (veya değişimine) etki etmesi ve hem de kültür tarafından etkilenme bakımından kültür ile çift yönlü ilişki halindedirler. Yani bu üç unsur hem kültür tarafından üretildiği gibi hem de kültürü üretirler. Esasen kültür olgusu içerindeki tüm unsurlar böyledir. Hem özne hem de nesne durumunda bulunabilirler. Zira insan bilimlerinin (Sosyolojinin ve psikolojinin) özelliği böyledir. İnsan, içinde yaşadığı çevrede kimi zaman özne kimi zaman nesnedir.

Din Kültürün Ürünü müdür?

  1. Kimileri dine hala bir üretim olarak bakmaktadır. Özellikle pozitivist (veya materyalist) rüzgarların estiği Cumhuriyet tarihi boyunca din (İslam) “Türk ulusunu” geri bırakan; sırtımızda utanarak taşıdığımız bir kamburdu. Zira batıdan öğrenmiştik ki din toplumun afyonuydu. Toplumdan tamamen kaldırılamaz ise bir şekilde belli bir dar alana hapsetmek gerekirdi. Vicdan alanını bile ona çok görenler az değildi. Daha yakın bir zamana kadar, “gerekirse vicdanlara bile müdahale edilebileceği” gibi şeyler söylenmişti. Aynı zihniyete göre, “Laik biri, dinsel inancının bu dünyayı etkilemesine izin vermez.” Oysa dünyayı etkilemeyen din ne işe yarardı ki?… Çelişkilerle dolu. “…Laiklik, bir yaşam biçimidir. Bu nedenledir ki laiklik bireyin içinde olması gereken bir kavramdır. Laik biri, dinsel inançlarıyla yurttaş olarak yaşamına ilişkin alanı birbirinden ayıran bireydir. Dinsel inanca ilişkin uygulamalar, kişinin iç dünyasındaki kutsal yerinde kalmalıdır. Yurttaş olarak yaşam ise bireyin tüm dış dünyasıyla ilgilidir. Laik biri, dinsel inancının bu dünyayı etkilemesine izin vermez.[7]Yani din, bir arabadaki aksesuar kadar bile işlevsel görülmüyor bu zihin açısından. Aslında yok hükmünde. Fala inanma falsız da kalma gibi bir yaklaşım…

 

  1. Sözün burasında ‘din’ kelimesi ile ne kastettiğimi de açığa kavuşturmak zorundayım. Bu yazı boyunca çoğunlukla Allah’ın insanlığa rehberlik etmek maksadına uygun olarak gönderdiği emir ve yasakları; ahlaki kuralları; uyarı ve müjdeleri içeren yol-yordam, nizam; hak din, İslam. Veya bazen de bağlama göre insanların kendi kabulleri açısından hak din diye uydukları düzen veya kabul ettikleri inanç, dünya görüşü. Yine bağlama göre hak olsun batıl olsun bir şekilde uyulan düzen, gidilen yol. Nitekim bu manada din elbette kültürün bir unsuru veya ürünü olabilir. Yani böyle bir din anlayışı da elbette vardır. Nitekim pozitivist düşünce açısından din, insanlığın geri olduğu dönemlerde bir ihtiyaç olarak uydurulmuş ve giderek de toplumları yönetme aracı veya toplumların afyonu olarak kullanılmıştır.

 

  1. Peki din gerçekten de insanlığın zaafları yüzünden uydurulmuş ve toplumları yönetmek için araç haline getirilmiş, işlevsel bir kurgu mudur? Bunun mantıklı olup olmaması bir yana, bu iddiada bulunacak kimselerin öncelikle tarihle yüzleşmesi ve tarih boyunca olaylara yön veren din olgusunu yok sayması, sahte sayması gerekecektir. Keza din bağlamında peygamber ve ona tabi olarak ünlenmiş tarihsel kişiliklerin yok sayılması veya sahte sayılması veya bir çeşit hasta sayılması gerekecektir ki bunun ne kadar makul olacağı düşünülmelidir. Nitekim kimileri bunu yapabilmek için, savaşların sebebini petrol ve toprak gibi sadece maddi çıkarlara bağlayarak insanlık içindeki iyilik ve kötülük odakları arasındaki mücadeleyi bir kemik mücadelesi derecesine indirgemektedirler. Bana öyle gelir ki bu görüşe sarılan insanlar kendi küfürlerini (hakikati örtme çabalarını) kendilerince makul bir sebebe dayama gayretindedirler. Nihayet haksız da değillerdir. Zira zahiri sebepler çoğu kez böyledir. Ama kanaatimce daha derinde bir dip akıntısı halinde insanlığı etkileyen birincil etken daima din olmuştur. Savaşların da derin sebebi budur. İnanç, dünya görüşü, yaşam tarzı farklılığı her türden bağlılığın önüne geçebilmektedir. Tarih buna şahittir ve bizlerde kendi yaşam deneyimlerimizden bilmekteyiz. Yaşadığımız çevrede kiminle yaklaşıyor, kimden uzaklaşıyoruz bir bakalım… Hayata dair algıları, yorumları, tavırları bize uyanlarla yaklaşırken uymayanlara sadece sahte gülücükler dağıtarak durumu idare ederiz…

 

  1. Şu halde, benim açımdan din elbette göksel kaynaklı bir hakikattir. Eşyanın varlığını ve amacını, keza insanın ve hayatın anlamını açıklayabilecek yegane fikir tek yaratıcının olmasıdır. Allah var din yok gibi absürt (deist) felsefeleri hiçbir şekilde ciddiye alamayız. Anlam ve amaç vazetmeyen; adil ve ilkeli olmayan bir tanrı inancı bizzat tanrı fikrine aykırıdır. Zaaf içeren hiçbir özellik tanrısal özellik olamaz. Lakin göksel kaynaklı hak din daima insanların kötücül amaçları doğrultusunda yamultulmuştur. Peki tanrı (Allah) dinini neden kesin bir şekilde hakim kılmamıştır? Cevap çok basit ve yalın: insanın imtihanı için[8]

 

  1. Din tek tip kültür mü öngörür? Hak din için cevabım elbette hayır. Zira din gerçekten hakikat ise evrensel olmak zorundadır. Evrenselden maksadım insanın ve tabiatın fıtratına uygun; kesinleşmiş bilim hükümleri ile çatışma halinde olmayan; insanlığın ortak aklı ve tecrübesinden onay alan umdeleri, ilkeleri, yaşam ölçüleridir. Zaten din insanlık için temel yasalara işaret etmekte ve diğer alanları insanlığın kendi düzenlemesine bırakmaktadır. Bu da farklılaşmaya müsamaha demektir. Fakat geçmişte ve günümüzde dinin mensupları, dinin maksadını doğru anlamayarak teferruatları asıl gibi algıladıkları ve yansıttıkları için kimi insanlar dinin tektipleşmeyi öngördüğünü sanabilirler. Sakalı sünnet saymak gibi algıları buna örnek verebilirim. Oysa peygamberin asıl maksadı Müslüman için diğer din mensuplarından farklılaşmak ve bir kimlik oluşturmaktır.

Medeniyet-Kültür İkilemi

  1. Bir diğer tanım sorunu Medeniyet ile Kültür arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Kültür bir ferdin bilgi birikimini görgü ise ferdin medeni olma durumunu gösterir. Örgün, yaygın eğitim yoluyla veya toplum yaşamı içinde doğal süreçlerle kazanılır. Kültür bir toplumun maddi manevi ürünleridir. Bu manada medeniyet kültürün bir ürünü olduğu kadar, kültürü değiştirme veya yeni bir kültür üretme gücüne de sahiptir. Yani medeniyetle kültür arasında da bir yumurta-tavuk ikilemi vardır. (Yukarıda bu çift yönlü olma durumuna değinmiştim) Hangisi baskınsa o diğerini etkiler veya üretir. Kültür ve medeniyet arasında ayrışma noktalarından daha fazla uyuşma noktaları vardır. Ziya Gökalp kültürü milli değerler ve ürünler, medeniyeti ise milletler arası paylaşılan değerler ve ürünler olarak görür. Ziya Gökalp’in sorunu, kültürü ulusçuluk[9] bağlamında ele almasıdır. Oysa kültür öncelikle sosyolojik bir olgudur. Dolayısıyla medeniyetler de kavimlerin din veya kültür bağlamında bloklaşmasından çok farklı değildir. Günümüzde kullanılan “Batı Medeniyeti” veya “Doğu Medeniyeti” bloklaşması kültürden bağımsız denebilir mi? Dolayısıyla medeniyetin milletler arası, kültürün ise milli olgu olduğunu söylemek çok da anlamlı değildir. Bu durum bana medeniyetin sadece teknoloji gibi algılandığını düşündürtmektedir. Batı medeniyetinin (teknolojisinin) etkisinde kalan bir algılama olduğu açıktır. Vurgulanan bir diğer ayrım da kültürün daha çok manevi, medeniyetin ise maddi unsurlar içerdiğidir. Bu doğrudur. Zira medeniyet kültürün görünen yüzü durumundadır.

 

  1. Aslında medeniyet daha çok mekanla ilgilidir. Toplumsal yaşamın mekanıdır medeniyet. Keza medeniyet medine (şehir) kelimesinden gelir. Medine dinin yaşandığı yerdir. Keza bu bağlamda dini kültür olarak alırsak medeniyet kültürün de mekanıdır. İkisi arasındaki irtibat aile ile ev arasındaki irtibat gibidir. Ortada bir aile varsa muhakkak bir ev inşa edecektir. Bu evi ya bütün-bütün kendi imkanlarıyla, kendi zevkine uygun olarak inşa eder veya dış imkanlardan (kültürlerden) yardım alarak yapar. Ancak kendi evini kendi imkanlarıyla (kira veya kredi ile bir başkasının ipoteğine girmeden) yapamayan bir kültür orijinal kalamaz. Başka kültürlerin hegemonyasını da kabul etmiş olur. Kültür ve medeniyet ilişkisi insan ve elbise ilişkisine de benzetilebilir. Elbise kişinin şahsiyetini ortaya kor. İslam şahsiyetine sahip bir kişinin gayri İslam kültürüne mensup bir insan gibi giyinmesi beklenmez. Şu halde medeniyetle kültür arasındaki ilişki sanıldığından daha sıkıdır. Ancak insanlığın ortak yönleri olduğu gibi medeniyetlerin de ortak yönleri olması kaçınılmazdır. Ayrıca günümüzde olduğu gibi giderek toplumların birbirine benzediği düşünülürse kültürel etkileşimin ve tabi ki medeniyet (mekan, yaşam düzenleme) algılarının tektipleşmesi de kaçınılmazdır.

 

  1. Kültürü genel ve alt kültürler şeklinde ele almak daha uygun görünür bana. Bütün insanlığın ortak malı olan kültür (maddi ve manevi eserler) “Genel Kültür”; daha küçük sosyolojik grupların (kavimlerin) kültürü ise “Alt Kültür” olarak tasnif edilebilir. Böylece her kültür bir başka genel kültürün alt kültürü durumundadır.

Asıl Sorunumuz

  1. Gelelim asıl tartışma konumuza: Gerçekten din kültürsüz yaşanabilir mi? Dahası kültürsüz mü yaşanmalıdır? Veya din tamamen kültüre mi teslim olmalı? İnsanlara hükmetmek isteyen, kalıcı olmak isteyen her dünya görüşünün kültür ve gelenek üretmesi zorunludur. Realite böyledir. Ancak kültür üretilmesi aşamasında insanın (toplumun) atalar mirasının şekillendirdiği bilinç altı devreye girerek kendi hakimiyetini yeniden sağlamaya çalışır. Din işte buna kayıtsız kalamaz ve yoldan çıkan, duyguya teslim olan insan iradesini yeniden akıl eksenine oturtmak zorunda kalır. Bunu yapacak müceddidler üretir. Yoksa dinin kültürle bir alıp veremediği yoktur. Olmamalıdır. Bunu yaparken dengeyi sağlamak güçtür. Ne insanın duygusuna, sanat zevkine, hayal gücüne ket vurulmalı ne de onun bunlarla sarhoş olmasına müsaade edilmelidir. Öyle bir denge tutturulmalıdır ki din kültürün oyuncağına dönüşmesin ve din ruhsuz, duygusuz fıkıh hükümleri ve siyaset manifestosu gibi algılanmasın. Zor olan da budur. Bunu yapmak isterken kültürü dinleştirmiş olanlar ile dini mekanik; tamamen siyasi ve fıkhi araç gibi algılayan iki uç kesimin arasında kalarak her iki kesim tarafından da diğeri olmakla suçlanabilirsiniz.

 

  1. Mesela tarikatların bir okul olarak, sivil kurumlar olarak varlıklarına müdahale edilmesini hiç onaylamazken bu tarikatlara hakim olan batıni tasavvuf anlayışına karşıyım. Buna karşın “din konusunda sadece filan kimseler veya benim gibi düşünenler veya filan kurum söz sahibidir” asla diyemem. Zira din Allah’ındır, belirli bir ruhban sınıfına ait değildir; ağzı olan konuşabilir… Marifet iltifata tabidir. Keşke iltifattan önce hakikate tabi olsaydı. Lakin insan soyunun zafiyetidir ki güç ve başarı insanlardan iltifat görmek ister. Keza insanlarda salt başarıyı ve gücü yüceltir hikmetli olup olmadığına bakmadan.[10] Sanat ve edebiyat faaliyetlerimizde akıl ve duygu dengesini hep gözetmek zorundayız. Bu dengenin bozulması ya ruhsuz, mekanik, salt hukuk olarak yaşanan bir din anlayışıyla veya batını yorumlarla edebiyatın ve sanatın elinde maskaraya çevrilmiş mitolojik, kültürel bir din olgusuyla karşı karşıya bırakır bizi. Kültür diye toplumun hurafesine methiye düzenler böyle yapmakla dini içselleştirdiklerini daha bir gönülden yaşadıklarını sanır ve öyle anlatırlar. Oysa yaşadıkları Allah’ın dini olmaktan çıkıp çoktan atalar dini olmuştur.

Kültür Unsurları Karşısında Doğru Tutum Nedir

  1. Bu başlık altında çeşitli kültür etkinlikleri karşısında neler yapıldığını ve bence dine (İslam’a) uygun tavır nedir onu tartışmak istiyorum. Amacım burada derinlikli bir fıkıh müzakeresi yapmak değil. Bir deneme benimkisi… Kendimce bulduğum çözüm. Kendi ilmihalimi arz edeceğim.

 

  1. İnsanlar mezarlara (türbelere) rağbet ediyor. Bu herkesin mağlumu. En masum yaklaşımda bile şu var: Mezara gidersin bir Fatiha ve biliyorsan Kur’an’dan başkaca okursun. Mezardakinin ruhuna hediye edersin. ‘Sevap hediye etmek’ gibi bir delil ileri sürülmektedir bunu yapmayı doğru bulanlarca. Kur’an’dan bir delilleri yoktur. Peygamber veya sahabe uygulaması da yoktur ellerinde. Peygamberin mezar ziyaretine ve tavsiyesine dair hadisler var ellerinde. Bir de ‘ne zararı var’ maymuncuğu… Benim açımdan bu tür hadisler farklı okunabilir pekala ama onlara göre delil. Ama yine de mezarda veya ölünün ardından Kur’an okuma delili yok ellerinde. Peki bir cenaze merasiminde Kur’an okumayıp da ne yaparsın. Cenaze defni esnasında veya taziye evinde Kur’an okuyabilirsin lakin kimin için? Elbette kendiniz için. Yaşayanlar için, ölüler için değil. Ve bu merasimlerin de kısa tutulmasında fayda vardır. Her okunan Kur’an metninin veya duanın ardından ‘El Fatiha’ demenin de gereği yoktur. Kökü de yoktur.

 

  1. Ben bir mezarı niye ziyaret ederim: 1.Genel anlamda mezarı değil mezarlığı ziyaret ederim, hatırlamak için. 2.Bir yakınımı, hatıraları tazelemek, ona dua etmek için. (Dua esnasında doğrudan Allah’a hitap ederim, ölü beni duyamaz…[11] Ölü veya yaşayan, büyük kabul edilen bir kimseyi vasıtasıyla dua etmem.[12]) 3.Tarihi mezarları, Firavun mezarları gibi mezarları ise ibret almak için… Başka bir sebep göremiyorum bir mezarı, türbeyi ziyaret etmek için… Ya siz?…

 

  1. Ölünün ardından yemek veriliyor taziye için gelenlere. Anadolu da oldukça yaygın. Cenaze sahibi bir de bununla meşgul olmak zorunda… Hadi buyurun bu nasıl kültürdür, gelenektir. Cenaze sahiplerine belki dışarıdan yemek getirilmesi gerekirken… Bazı köylerde bu yanlış uygulama dernek faaliyetleri şekline çevrilerek aşılmış. İşte bu güzel bir şey…

 

  1. Bir türbe, yüce bir kişi olduğu düşünülen kimselerin mezarları karşısında doğru tutum nedir? İslam öncesi köklerimize kadar dayanan bir mezar ve cenaze merasimi kültürümüz var. Din açısından batıl uygulamalar dolu bu kültürün içinde. Evvela kim olursa olsun bir kimse için “türbe” denilen anıt mezarların yaptırılmasının hiçbir dayanağı yoktur Allah’ın dininde. Anıt mezar yapmanın ve yaptırmanın dünyada kalıcı olmak gibi bir anlamı olduğu açıktır ve bu anlam bizzat İslam’ın dünya hayatına verdiği anlama aykırıdır. Sonra bu mezarlara yapılan tazimlerin, bu mezarda yatan ölülerin Allah ile kul arasında şefaatçi yapılmasının İslam’ın sürekli mücadele ettiği bir şirk türü olduğu da gayet açıktır…

 

  1. Bir insanın muvahhid bir Müslüman olduğunu bilmek için neyi “vesile” yaptığını, kim ile ve nasıl “rabıta” kurduğuna bakmak gerekir. Bir Müslüman Allah’ın kitabını ve/veya eşyaya verdiği kaderi (ölçüyü) vesile yapar. Hastalanırsa kitaptan veya kitaba uygun cümlelerle dua ederek Allah’a sığınır ve tıbbi yöntemlerle tedavi olmaya çalışır. Bu iki yoldan birine tevessül ederse Allah’ın dinine muvafık davranmış olmaz. Keza ibadetini (duasını) doğrudan Allah’a yapar. Doğrudan Allah ile irtibat (rabıta) kurar. Araya kendi amelinden ve kendi duasından başka şefaatçi yoktur. Ancak kişi elbette bir yaşayan bir dostundan, önem verdiği birinden kendisi için Allah’a dua etmesini isteyebilir. Ama ölüden değil… İşte bu Kur’ana uygun tek şefaat örneğidir. Ahirette de bir kimse tanıdığı bir kimse için Allah’tan bağışlanma dileyemez mi? Elbette dileyebilir lakin peygamber de olsa kimseye bir şefaat kontenjanı ayrılmamıştır. Bu konuda var olan 24 ayetin sadece ikisi (20/109 ve 34/23) az önce belirttiğim istisnaya atıf yapar. Diğer bütün ayetler olumsuz gelir. Esasen bu konudaki temel umde Zümer 44 ayeti ile belirlenmiştir: “De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü onundur. Sonra hep döndürülüp ona götürüleceksiniz.” Kişinin diğer kullarla rabıtası ise yine Allah’ın kitabına ve eşyaya biçtiği ölçüye uygun olmak zorundadır. Ki böylece kulların kullara kulluğu vuku bulmasın. Bir kimseyi hatasız gibi addetmek; aracı yapmak; peygamber olmayan kimseleri Allah’tan vahiy alıyormuş gibi addetmek sık sık karşılaştığımız sapmalardır…

 

  1. Durum böyleyken…

Orhan Cesur

 


[1] (ﻣﺠﺪّﺩ)i. (Ar. Tecdіd “yenilemek”ten muceddid) 1. Yenileyen, yenileştiren, yeni bir şekil veren kimse 2. din. Dînin temel prensiplerini zedelemeden zaman içinde yıpranmış bâzı hüküm ve kuralları içtihat, kıyas vb. meşrû usûllerle yaşadığı dönemin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda yenileyen, yeni yorumlar ortaya koyan, müçtehit seviyesinde büyük din âlimlerine verilen isim Tecdid eden. <Kubbealtı Lugatı>

[2] Sözlükte “ortaya çıkmak, görünmek, tezahür etmek” anlamındaki zuhur kökünden türeyen zâhir (çoğulu zavâhir) “bir şeyin dışı ve görünen kısmı” mânasına gelir; karşıtı bâtındır (bir şeyin iç kısmı). Zâhir -bâtın ayırımının İslâm bilimleri literatüründe birbiriyle bağlantılı üç farklı düzeyde kullanıldığı görülür. 1. Zâhir terimi en genel anlamda Kur’an lafızlarının gerçek anlamının zâhir anlam olmadığını, asıl olanın iç anlam (bâtın) olduğunu ve bunun özel kişiler tarafından bilinebileceğini öne süren gizemci eğilimlerin karşıtı olarak kullanılmıştır. Zâhir mânanın esas olduğunu ve bir gerekçe bulunmadıkça bu anlamın aşılamayacağını öne süren Ehl-i sünnet ve Mu‘tezile bu yönüyle zâhiri esas alan grupta yer alır. Şîa’nın çoğunluğunu da bu kapsamda düşünmek mümkündür. Buna mukabil umumiyetle Şiî-Bâtınî gruplar (ve bazı felsefî yaklaşımlar) bâtını esas alıp zâhiri dikkate almayan veya zâhiri aşan grubu meydana getirirler. Dinin ana metinleri olan âyet ve hadislerin anlaşılması konusunda zâhir mânanın esas olduğu İslâm mezheplerinin çoğunluğunun genel prensibidir. Bu ilkenin anlamı ve amacı, şeriatın temelini teşkil eden âyet ve hadislerin zâhir anlamlarını “buharlaştıracak” her türlü te’vili önlemektir. Dil bir diyalog ve anlaşma aracı olduğuna göre âyet ve hadis metinlerinin anlaşılması hususunda zâhir mânanın öncelikle dikkate alınması ve anlama sürecinde pergelin sabit ayağının bu zâhir anlam üzerine konulması doğal ve kaçınılmaz kabul edildiğinden bu durumu esas alanlar ve bunu savunanlar için “zâhirî” nitelemesi yapılmıştır. Te’vili haklı kılan bir gerekçe bulunmadıkça zâhir mânanın terkedilemeyeceği ilkesi fıkıh ve fıkıh usulü yanında kelâm ilminde de özellikle vurgulanmaktadır (Teftâzânî, s. 105-106). İslâm mezheplerinin tamamı bir te’vil çizgisi üzerinde tasavvur edilirse, Bâtıniyye ve bazı İslâm filozofları te’vile en açık ve bu kapıyı en fazla zorlayan gruplar iken Zâhiriyye ve bazı ehl-i hadîs grupları zâhir mânayı hâkim kılmaya en fazla ısrar eden, dolayısıyla te’vile en uzak kesimlerdir. Ehl-i sünnet ve diğer mezhepler ise te’vile açık olup olmama hususunda bu iki uç arasında farklı noktalara konumlanırlar. <İslam Ansiklopedisi, Zahiriyye>

[3] Burada ‘din’in kültür ürünü olduğunu düşündüğüm ve çelişkiye düştüğüm sanılabilir. Hakiki din kültür ürünü değildir ama kültür ürünü din vardır. Veya yaşadığımız dinin kimi uygulamaları kültürün ürünüdür. Yani dinimiz kültürleşmiş olabilir. Yani buradaki din, gönderilen din anlamında değil, insanların bir şekilde uyduğu düzendir.

[4] Ziya Gökalp’te Kültür – Medeniyet ve Aydınların Görevleri, http://www.kirmizilar.com/tr

[5] TDK Güncel Türkçe Sözlükteki anlamları şöyle: kültür, isim Fransızca culture

  1. isim. Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin
    2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü
    3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi.
  2. Bireyin kazandığı bilgi
  3. Tarım
  4. biyoloji. Uygun biyolojik şartlarda bir mikrop türünü üretme

[6] https://circlelove.co/kultur-nedir-kultur-ozellikleri-kultur-cesitleri/

[7] <http://www.internethaber.com/sezer-islami-ve-laikligi-tarif-etti-1088415h.htm>

[8] Maide 48:”..Allah sizi tek bir toplum (tek bir nebînin ümmeti) yapmayı tercih etseydi yapardı. Oysa verdiği şeylerle sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için (böyle yaptı). Öyleyse (tartışma yerine) iyi işlerde yarışın. Tekrar hayata dönünce hep birlikte Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları size bildirecektir.”

[9] Burada bir sorun da millet (milli) kelimesinin kullanımındadır. Osmanlı son döneminde ortaya çıkan ulusçuluk akımı “milliyetçilik” ile karşılanmıştır. Cumhuriyeti kuran iradenin de bunu tercih etmesi bu kelimenin kabulünün daha kolay olmasından dolayıdır. Millet kelimesi aslında ümmet manasınadır. Aynı dinin mensuplarını kasteder. Kur’an “Milleti İbrahim” (2-Bakara/135) diye ifade eder, İbrahim’in izinden gidenleri.

[10] Hakikate isabet edip etmediğine bakmadan

[11] Mezardakilere işittiremezsiniz… Peygamberin mezar ziyaretine dair hadisleri ben şöyle anlıyorum:….

[12] Bir isteği ölü vasıtasıyla iletmek insanımızın çok işlediği açık bir şirktir.