Hiçbir derinliğe sahip olmayan cahil tipler, hatta paranoyak veya yarı meczup diyebileceğimiz tipler, nasıl oluyor da etraflarında bilmem şu kadar insanı toplamayı, kendilerine bağlamayı başarıyorlar? İnsanlar niçin şarlatan ile hakiki kimliğin ayrımına varamıyorlar? Niçin akılla, ilimle bağları bu kadar kopuk? İslam şemsiyesi altında görünen çeşitli cemaat ve gruplar, İslam adına utanç vesilesi olan tutum ve davranışları sergilerken kendilerini alkışlayan hiç de azımsanmayacak kemiyete ulaşabiliyorlar; nasıl?.. Bu uzayıp giden soruların cevaplarını insan tabiatında aramak lazım… İnsan neden birilerini ve nihayet atalarını takip eder. Birincisi, bu aslında gayet anlaşılabilir bir olgudur. Zira bir alanda yol alma, o alanda daha önceki tecrübelerden yararlanarak öncekilerin izini takip etmekle mümkündür. İnsan medeniyeti öncekilerin açtığı çığırı takip etme, genişletme ve benzerlerini çoğaltmakla gerçekleşir. Bu aynı zamanda bir kolaylık da sağlar. İkincisi, öncekilerin izini takip etmek daha güvenlidir(?) Denenmemiş ile uğraşmak yerine denenmiş ve alışılmış olanla yol almak güvenli görünmektedir. Üçüncüsü belki de en önemlisi mevcut çığır üzerinden kurulmuş olan sosyoekonomik ve sosyopolitik yapı. Bu yapı belli güç sahiplerini besleyecek şekilde teşekkül ettirilmiş ve onların çıkarlarını korumaktadır. Başat sebep bu çıkar olduğu halde insanlar bir çeşit şirk inancı ile oyalanır ve gerçek gözlerden saklanır. İşte tarih boyunca Allah elçilerinin büyük tepkilerle karşılanmasının sebepleri özetle bunlardır. Günümüzde de durum farklı değildir. Kim ki alışılmış olan dışında bir görüş paylaşsın hayatı ona dar etmeye azmetmişcesine birçok odak saldırır ona. Sen misin ataların görüş ve tutumları üzerine kurulmuş sistemi beğenmeyen, eleştiren…

Kuran, ataların takip edilmesi olgusunu ihtiyatla karşılanması gerektiğini açıkça ihsas eder.

Ama onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz (yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız!” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler?”[1]

Her insan tekinin kendi imkanı içinde hesaba çekildiği gibi her toplum da kendi zamanı içinde değerlendirilir. Bizim geçmişlerin yaptıklarından sorumlu tutulmamız söz konusu değildir.

“Şimdi o toplumlar geçmişte kaldı: onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir; ve siz onların yaptıklarından asla sorumlu tutulmayacaksınız.”[2]

Gayet tabi olan öncekilerin çığırını takip etme işi sorgusuz sualsiz yapılırsa öncekilerin yanlışlarını sürdürmek ve hatta katmerlemek şeklinde olacaktır. Bu durumda hangi ataların veya ataların hangi özelliklerinin takip edileceği noktasında sorgulayıcı bir tutum almalıyız.

 “Onlar dediler ki: “Yahudileşin ya da Hıristiyanlaşın ki doğru yolu bulasınız!” De ki: “Hayır, biz dosdoğru yol üzere bulunan İbrahim’in inanç sistemine mensubuz; üstelik o Allah’tan başkasına ilahlık da yakıştırmazdı.”[3]

Çoğunluğa tabi olma alışkanlığı sadece geçmişin değil günümüzün de hastalığıdır. Günümüzde de insanlar, atalarından tevarüs ettikleri anlayışa İslam’ı yamayarak İslamik bir görünümle işledikleri cürümleri İslam’a mal etmektedirler. Bu aynı zamanda kolay gelir insanlara. Miras olarak buldukları kültürü sürdürmek elbette kolaydır; sürekli kafa yorarak, insanları karşına alarak fitneci, sapık şeklinde yaftalanmaktan.  Bu gelenekçi çoğunluk Kur’an merkezli düşünmez, Kur’an’ı ana kaynak, bir nevi ana yazılım gibi düşünerek diğer tüm yazılımları ona uyarlamak yerine, Kuran’ı onlara uyarlama çabasındadır. Kuran kendisini açık/açıklayıcı ve anlaşılır olarak nitelerken[4]onlar ısrarla Kuranı sırlı, mitolojik bir kitap gibi takdim ederler. Sonuç olarak şarlatanların peşinde sürüklenen, keyfiyetleriyle değil kemiyetleriyle öğünen dindar kolaycı sürüler ortaya çıkar.[5] Veya bir başka kulvarda da Kur’an’a derin saygı duyan(!?) ama hayatlarına Kur’an’ı karıştırmayan bireyselleştirilmiş insancıklar türer. Böyleleri bireysel oldukları (veya öyle sanıldıkları) halde aslında en büyük sürüyü oluştururlar. Bunların tarikatları küresel tüketim kültürü ve şeyhleri sosyal medyadır…

Genel olarak “kutsal kitap” algısı diyebileceğimiz mitolojik din algısı, bütün ilahi mesajlar gibi Kur’an’ın da karşı-karşıya kaldığı kadim sorunlardan biridir. Bu sorunlu yaklaşım sebebiyle insanlar, Kur’an ve onun içeriğini, mesela içindeki kıssaları[6] mitolojik (allegorik halk hikâyeleri tarzında) bir okumaya tabi tutarlar. Kıssalar, efsanelere dönüştürülür. Bu kıssalardaki olumlu karakterler taklidi ve takibi mümkün olmayan efsanevi şahıslara dönüşür. Olumsuz karakterler şeytanlaştırma ile kötülüğün temsilcisi olarak yaratılmış fıtrat garibesi gibi tasavvur edilir. Bu kıssalardan çıkarılması gereken dersler yerine kehanet arayışı başlar. Böylece ilahi mesajın rasyonellikle bağı kalmaz. Psikolojik ve sosyolojik düsturlara ulaşılamaz. Böyle bir okuma biçiminin Kur’an’ın bizden beklediği okuma olmadığı açıktır.[7] Kur’an etrafında, içinde İsrailiyatın da bulunduğu rivayet kültüründen beslenen bir tefsir geleneği sürdürülür. Belki yapılması gereken; sağlam bir gramatik temele ve Kur’an’ın Kur’an’ la tefsirine dayalı, iyi tahlil edilmiş tarih ve genel kültür birikiminden yardım alan bir okumadır. (Bu da yapılmıyor değil ama bu okuma biçimi halka inmiş de değil.) Ayrıca Kur’an’daki sembolizmin amacının, mitolojilerdeki sembolizmden farklı olarak gerçekliği insan kavrayışına uygun şekilde ifade etmek olduğunu, mecâzi anlatımın bir aracı olduğunu görmek zorundayız.

Kim Kur’an’ın gündeminin bizim gündemimize cevap vermediğini, örneklerinin tarihsel olduğunu, ilkelerinin bulunmadığını veya tezatlık içerdiğini, akıl ve mantık kaidelerine uymadığını, insan psikolojisi ve toplum sosyolojisi konusunda ortaya koyduğu argümanların tutarlılık içermediğini söylerse o kimse ya Kur’an’ı iyi incelememiş veya samimi değildir. Yani bu saydığım hususlarda bu kadar iddialı olarak söylüyorum ki, Kur’an’ın zamanımıza hitap etmemesi söz konusu değildir. Lakin Kur’an’ın sorunu, iyi temsil edilememesidir. O’nu asrın idrakine okuyacak bir nesle ihtiyacı vardır. Kur’an, konusu insan; amacı insanın hidayeti olan Allah kelamıdır. Allah gibi büyüklüğü kavrayışımızın ötesinde bir zatın insana verdiği değeri gösterir bir hitaptır. “Onlar hiç Kur’an üzerinde derin derin düşünmezler mi? Yoksa kilit vurulmuş kalplere mi sahipler?[8] diyen Kur’an kendisi üzerinde derin düşünmeyi önerdiğine göre kendi sözümüzü ve düşüncemizi Kur’an’a onaylatma densizliğine düşmeden maksadını anlamak boynumuza borçtur. En azından varlık sorgusuyla zonklayan beyinlerin dikkate almak zorunda olduğu bir mesajdır.

Bazıları biz Müslümanların, Kur’an gibi nihayet sınırlı muhtevaya sahip bir metin üzerinde zoraki yorumlara gitmek suretiyle olmadık manalara ulaşmaya çalıştığımızı sanabilir. Onların bu zannını destekleyen çabaların olmadığını da söyleyemeyiz. Ancak Kur’an kendi maksadı açısından her konuya değindiğini ifade eder.[9] Öyleyse Kur’an öz bir muhtevadır. Esin kaynağıdır. Dolayısıyla derin düşünmeyi gerektirir. Paradigmalarımızı oluştururken yararlanmamız gereken kaynaktır. Hakikat arayıcısı bunu dikkate alarak yol almalıdır. Kur’an’ın üzerinde çok yorum yapılmasının bir başka kafa karıştırıcı durum olduğunu anlıyoruz. Hakikat arayıcısı şunu bilmelidir ki, evet bu Kitap bir yönüyle yoruma müsaittir. Bunu zaten kendisi söylemektedir.[10] Onu çağlar üstü bir mesaj yapan muhkem (apaçık anlamlı) bir temel üzerine bina edilmiş ve farklı şartlara çözüm üretici çok anlamlılık özelliğidir. Ayrıca tartışmaların çoğu asırlardır ihmal edilmiş olan ilmi faaliyetlerin eksikliğinden dolayı Müslümanların kendi kafalarının karışık olmasındandır. Ayrıca bu kafa karışıklığının önemli bir sebebi olarak Allah düşmanlarının fitne çıkarma faaliyetlerini de hesaba dâhil etmek gerekir…

Kur’an’a yönelen hakikat arayıcısı için kısaca söylersek: Bu kitap insan elinden çıkmış metinler gibi düzenlenmemiştir. Bir konuyla ilgili tüm sözler bir başlık altında toplanmamıştır. Bir konuyu iyi anlamak için Kur’an’a bütüncül bakışın kazanılmış olması gerekir. Kur’an’ı anlamada geniş genel kültür birikimi çok önemlidir. Bir metni (haberi) tahlil etmek için gereken donanım muhatapta ne ölçüde var ise o ölçüde doğru anlama imkânı artar. Ayrıca Kur’an’ın sinematik özellikler içeren bir sunumu olduğunu hesaba katarsak konuşmacının kim olduğunu, sahne özelliklerini (kameranın nasıl ve hangi açıdan resim aldığını) ve böylece bağlamın ne olduğunu daha doğru algılarız. Bazıları anlamak için belki ilk defa O’na yönelmiş olmasına karşın hemen anlamayı ve kafasındakileri O’na onaylatmayı umuyorlar. Oysa kendi dillerinde yazılmış bir kanun metnini bile anlamak için ciddi yardım almak zorunda kalırlar… Hatta kavramlarından habersiz bir Arap’ın bile Kur’anı doğru anlaması mümkün olmaz. Kur’anın geçmiş risaletlerle ortak yanı bulunan, kendine has bir anlatım dili olduğu (ki buna bazıları “Rabça” demektedirler,) hesaba katılmalıdır…

“Gerçek şu ki, bu insanların kıssalarında kendilerine kavrayış yeteneği verilmiş kimseler için mutlaka çıkarılacak bir ders vardır. (Vahye gelince,) o hiçbir şekilde (insan tarafından) uydurulmuş bir söz olamaz: tersine, o, kendisinden önceki vahiylerden doğru ve gerçek adına ne kalmışsa doğrulayan ve inanmak isteyen insanlara her şeyi açık seçik bir biçimde dile getiren, hidayet ve rahmet (bahşeden ilahi bir metin)dir.[11]

***

Tarih boyunca ilahi mesajların iki hatalı okumaya tabi tutulduğunu söyleyebiliriz. Birisi zahiri[12] okuma, diğeri batini[13] okumadır. Yani biri olay ve olguların veya bir metnin dış (zahir), görünen kısmını diğeri görünmeyen iç (batın) kısmını ifade eder. Olay ve olgularda olduğu gibi bir metnin de zahir ve batın yönlerinin olacağı açıktır. Ancak bu iki okuma biçiminden birini abartarak, ölçüsüz bir şekilde kullanmaya kalktığımızda yoldan sapacağımız kesindir.  Zahiri okuma kısırlaşma, sığlaşma doğururken; Bâtıni okuma ölçüsüzce anlam çıkarmaya dönüşerek akli zeminden tamamen kopuşu doğurur. Birilerinin eline sınırsız (ölçüsüz) malzeme imkânı verir. “Bâtıni kelimesi Arapça Batın’dan türetilmiştir. Batın; gizli olan, bir şeyin gerçeği, iç yüzü anlamına gelir. Aynı zamanda Allah’ın 99 adından biridir… Bâtınilik tarihte ve günümüzde derin etkileri olan bir düşünce sistemidir. Örneğin Kur’an’da geçen salat, secde, rüku veya abdest gibi kavramlar sünni gelenekte şekil, kapsam, miktar gibi ayrıntılı emirler gibi algılanır ve ele alınırken; Alevi‘lerin cem törenlerinde aynı kavramlar sembolik olarak, şekle ve miktara bağlı olmadan, manevi anlamlarıyla temsil edilirler.”[14] İlahi olma iddiası taşıyan “Kutsal metinlerin” okunmasına dair hataların bir bölümü tarih algısıyla, tarih okuma biçimiyle alakalıdır. Bu okuma hataları Tarihin ne olduğu üzerinde sağlıklı bir felsefi bakışa sahip olmadığımızdan ayrıca beslenmektedir. Bu itibarla Tarih Felsefesi üzerine kısa bir bakış yöneltmemiz zaruret arz etmektedir.

***

Tarih Felsefesi

Bir alanın felsefesinden söz ettiğimizde, o alana dair bütüncül bakışı mümkün kılan düsturların imkânını konuşuyoruz demektir. Bir alan üzerinde felsefi bir bakışımız olmadan o alanda ilmi çalışmalar yapamayız veya güvenli bir şekilde derinleşemeyiz. Tarih gibi, mitolojiden (söylenceden) etkilenen ve çok öznel anlatımlara mahkum olan bir alanın felsefesini temellendirmeden geçmiş ve geleceğe dair sağlıklı, tümel (külli) bakışı kazanamayacağımız açıktır. Böyle bir tümel bakışı elde etmeden de mitolojiler içinde batılla harmanlanmış olan hakikati bulup çıkaracak bir arkeolojik yeteneği kazanamayız. Tarih felsefesi açısından şu tespitleri yapmak durumundayız:

  • Tarihi yapan, domine eden temel saik nedir?
  • Tarih yaşanmış geçmişin haberi olduğu kadar yaşanmamış geleceğin de öngörüsüdür.
  • Tarihi tamamen deterministik ve fatalistik (kaderci) bir bakışla mı okumak gerekir?
  • Çizgisel (veya ilerlemeci) tarih anlayışı mı döngüsel (tekerrür eden) tarih anlayışı mı daha doğrudur?

Yaşanmış geçmişin olaylarını bir zaman çizelgesine dökmek şeklinde bir tarih anlayışımız olursa bizim ondan elde edeceğimiz yarar, bir takım kronolojik bilgilerden ibaret kalır. Tarihten yeterince yararlanabilmek için İbn-i Haldun’un ifade ettiği “Umran” ilmini, toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine dair ilmi[15], yani sosyolojiyi iyi öğrenmemiz gerekir. Tarih bir geçmişe bakış ve bundan yararlanarak bir gelecek öngörüsünde bulunmaktır. Ama bu salt kronolojik bir bakış olmadığı gibi salt sosyolojik veya salt mitolojik bir bakış ve öngörü değil, bütüncül bir bakıştır. Bir insan için özgeçmiş neyse bir toplum (kavim) için de tarih odur. Bu özgeçmişin içinde ne ölçüde özne olabildi isek o ölçüde tarih yapıcı sayabiliriz kendimizi. Tabi bir de olumlu özne olmak önemlidir. Bir insan teki için kariyer yapma bilinci onda güçlü bir gelecek öngörüsüne dönüşebilir. Bu kişinin kariyerini (tarihini) gerçekleştirecek olan ondaki gelecek öngörüsü ve rüyasıdır. Öyleyse bir kavim (toplum) içinde durum bundan farklı değildir. Tarihi yapan, toplumların gelecek öngörüsüdür. Hatta ütopyasıdır. Gelecek öngörüsü zayıf olan toplumlar tarihe maruz kalırlar, malzeme olurlar. Tarih ayrıca takvimdir. Takvimi yönetenler (zamanı ve mekânı planlayanlar) tarihin öznesi olurlar.

Evet, tarih yaşanmış geçmişin haberi olduğu kadar yaşanmamış geleceğin de öngörüsüdür. Zaten böyle olmasaydı tarih ilminden söz etme imkânımız olmazdı. Öngörülebilirlik ilmiliğin önemli göstergelerindendir. Ancak tarihi yapan (oluşturan) insan toplumu, toplumu oluşturan da insan olduğu için insan şahsiyetinin içerdiği öznellik tarihe de yansımakta ve tarihi sanki kuralsız kaidesiz gibi göstermektedir.

İbn-i Haldun’a göre tarihin ve toplumun doğası dönüşümlülük bilinciyle kavranabilir. Onun bu dönüşümlü tarih anlayışını determinizm ve fatalizm[16] olarak görenler vardır. Ancak, İbn Haldun’un kendi anlayışını Kur’an’dan sosyolojik tespitler yaparak geliştirdiğini söyleyebiliriz. ”İbn Haldun’un tarih anlayışı devletlerin yükseliş ve zayıflamasını anlatırken döngüsel, bedavet-hadaret (bedevilik-medenilik) akışını açıklarken ise çizgiseldir. Çizgisel alan ile döngüsel alanın kesişim noktası ise teorisinin temel kavramlarından olan asabiyettir. Yıldırım’a göre, bunları açıklarken o, mutlak anlamda bir determinist değildir, istisnaları vurgulamaya da dikkat eder”[17]. Pür kaderci bir tarih okuması ne kadar yanlış ise pür diyalektik ve materyalist bir tarih okuması da o kadar yanlıştır. Biri Tanrı’nın müdahalesini putlaştırarak Tanrı’dan bile bağımsız gerçekliğe dönüştürürken diğeri Tanrı’nın hayata müdahalesini hiç hesaba katmamaktadır. Batı aydınlanmasını, çizgisel tarih anlayışının bir örneği olarak görebiliriz. “Modern insan nasıl kendisinin Tarih tarafından oluşturulduğu kanısındaysa arkaik toplumların insanı da kendini belli sayıda mitsel olayların sonucu olarak görür.[18] Yani modern toplum insanı için olaylar geriye dönüşlü değilken arkaik toplum insanı için, başlangıçta veya tarihin bir kesitinde olup bitenler ritüellerle yenilenmeye elverişlidir. Bu noktada aklıma hemen ülkemizde kutlanan milli kahramanlık günlerinin kutlanması gelmektedir… Bu iki anlayışında sorunlu yanlarının bulunduğu açıktır. İnsanlığa mutluluk vadeden her ideolojinin, dünya görüşünde, tarih anlayışında bir problem var demektir. Çünkü dünya hayatının insan için anlamını anlamamıştır…

Tarih sözcüğü ile hem yaşanmış geçmiş ifade edilirken hem de bu yaşanmış geçmişi konu edinen bilim dalı ifade edilir. Benzer şekilde “Tarih Felsefesi” de 1.anlamıyla tüm insanlık tarihine dair bir üst bakışı ifade ettiği gibi 2.anlamıyla da tarih biliminin ve tarihçinin  bilgi elde etme etkinliğini sorgulayan,  tarih biliminin dayandığı ilke ve yöntemleri eleştiren ve giderek “tarihsel bilgi” nin nitelik, hatta olabilirliğini çözümleyen bir tarihsel bilgi eleştirisidir.[19] Tarih Felsefesi; tarih, ilim, sanat ve felsefe gibi tamamen farklı disiplinlerin terkibi mahiyetinde bir düşünce tarzıdır. Bu disiplinlerin her birinden farklı bir bakış Tarih Felsefesine yansır.

***

Diyebiliriz ki her göksel mesajın (İlahi Dinin) anlaşılması noktasında en etkili düşman, bu mesajın salt mitolojik bir okumaya indirgenmesidir. Ve fakat burada da kalınmayarak, giderek çeşitli mitolojik anlatılarla harmanlanıp mesajın asli özelliğinin anlaşılmaz hale sokulmasıdır. Özellikle de temel kavramların iyi anlaşılmaması ve olay ve olguların bağlamından koparılarak okunması sonucu mitler, efsaneler türemektedir. Tabi kasıtlı saptırmaların da yapıldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Günümüz Modern Batıda ve modernlikle kültürlenen ülkemizde insanların din deyince büyük ölçüde mitolojik anlatımları, söylenceyi anladıkları aşikârdır. “Çoğu dinde mitolojinin çok önemli ve öncelikli bir yeri bulunur. Mit, günlük kullanımda gerçekte doğru olmayan bir hikâye veya anlatı için tercih edilir ve çoğunlukla bir yanlışlık, doğru olmayan unsur vurgusu barındırır. Aslında bu günlük kullanımın tersine, bir hikâyenin nesnel anlamda yanlış veya doğru olduğunu tanımlamaz, daha çok, nesnel veya materyalist nosyonlardan ilgisiz bir şekilde, doğru veya gerçek kavramının ruhsal, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine gönderme yapar.[20]

Mitoloji (Yunanca: mithos yani “söylenen ya da duyulan söz” ve logos yani “konuşma” kelimelerinin birleşiminden oluşmuş olup), Eski Yunan’da “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir anlam barındırmakta iken zamanla Doğu dillerinde efsane Batı dillerinde ise mit anlamı kazanmıştır.

Mit kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda, “başlangıçtaki” masallara özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır.” “Demek ki mit her zaman bir yaratılışın öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl var olmaya başladığını anlatır… Mitlerdeki kişiler Doğaüstü Varlıklardır…[21] Evet, böyle diyor Mircea Eliade. Türkçe’ye “Mitlerin Özellikleri” adıyla çevrilen kitapta. Kitap boyunca Avustralya yerlilerinin mitlerinden tutunda Mısır, Yunan, Hint, Yahudi ve Hıristiyanlık mitolojilerine dair ilk yaratılış ve kıyamet mitlerinden bahsederken, korunmuş son ilahi mesaj olma iddiasındaki İslam’a, O’nun kitabındaki yaratılış ve kıyamet anlatımlarına bir sayfalık bile yer vermiyor… Olsa olsa O’nun anlatımlarını Avustralya yerlileri gibi arkaik toplumların mitleriyle aynı seviyede gördüğünü sezdiriyor…

Görüldüğü gibi mitoloji kelimesi sözde bilimsel bir bakış açısıyla arkaik toplumlara has dinin yerine ikame edilmiştir. Veya her dinin çeşitli mitolojik anlatıların bir karması olduğu öngörülmektedir. Bu sözde bilimsel bakış sahipleri bütün inançlara pek saygılı gibi davranmakla beraber aslında onların tamamını evrenin yaratılışı (kozmogoni) ve evrenin sonu (eskatoloji) mitlerinin bir karması seviyesine indirgemektedirler.

***

Kur’an kıssalarının amacı mitolojik din algısını beslemek olmadığı halde hatalı bir okuma ile tersi bir sonuç üretilmiştir. Bu mitolojik okuma giderek Kur’an’ın doğru anlaşılmasına engel olan ciddi bir soruna dönüşmüştür. …Bu noktada Kur’an kıssalarının maksadını Kur’an’a göre özetlersek:

  1. Ders çıkarmak
  2. Kendinden önceki vahiylerden kalan hakikati tasdik etmek
  3. Daha önceki insanların da Allah tarafından gönderilen ve Tevhid temel akidesine çağrıldığı Risalet kurumunun yeni bir şey olmadığını ortaya koymak
  4. Allah’tan gelen tüm vahiylerin (Dinlerin) özünün bir olması gerektiğini vurgulamak
  5. İnsan toplumlarının ortak sosyolojik özelliklerine dair temel kaideleri ortaya koymak
  6. İnsan fıtratının tarihsel olmadığını ve ortak psikolojik kaidelere tabi olduğunu vurgulamak[22]
  7. Kur’an’ın geldiği dönemde bilinen bazı tarihi rivayetler üzerinde, kendi maksadı açısından gerekli gördüğü düzeltmeleri yapmak
  8. Allah’ın mesajına kulak verenlerin ve kulak tıkayanların sonlarının nasıl olduğuna dair örnekler ortaya koymak.
  9. Şeytani güçlerin hileleri hakkında inananları uyarmak
  10. Kendi maksadı açısından bu kıssaları anlatırken insanlığa faydalı bazı bilgileri de satır aralarında vermek, ufuk açmak, felsefi bakış kazandırmak…

Dinin Mitleştirilmesi (Hayattan Uzaklaştırılması)

Aslında insanların, gönderilmiş (semavi) dine karşı iki ayrı tutumu vardır. Birincisi dini dünyevileştirmek, dünya hayatına stepne yapmak, aksesuar yapmak… İkincisi mitleştirerek dünya hayatından uzaklaştırmaktır. Her ikisi de dinin dünya hayatına dönük amacı açısından bir uzaklaşma getirmektedir. Birincisinin tarih boyunca göreceli olarak daha az yaşandığı söylenebilir. Ancak bu olguyu kendi içinde hayli ciddi bir incelemeye tabi tutmamız gerekir. Bu olgu değişik şekillerde tezahür edebilir. Dinin dünyevileştirilmesi, dinin dünya hayatının yedeğine alınması demektir. Asıl olan dünya yaşamı iken din bir aksesuar kabilinden ona eklemlenir. Günümüzde dine saygılı (dindar) insanların çoğu böyle yaparlar. Kutsal saydıkları günlere, gecelere büyük saygı duyar gibi görünürler. Hatta kutsal üretirler. Teferruatı önemli önemliyi teferruat haline sokarlar. Bir kısmı ise dini daha etkin kullanmayı seçer. Dini araçsallaştırır. Dinin ticaretini yapar, insanları Allah’la aldatır. Büyük çaplı dini müesseseler kurulur, kutsal zırhına bürünmüş önemli bir geçim kaynağı elde edilir. Veya bu geçim dinin mevcut müesseseleri çıkar amaçlı kullanılarak yapılır. Şimdi bu noktada şunu da vurgulamak gerek: Dinin dünyevileştirilmesi veya araçsallaştırılması bir dereceye kadar normal değil mi? Elbette!.. Zira din zaten dünya hayatında kullanılsın diye vardır. Özellikle günümüzde zihnen laikleşmiş insanların sık sık dinin dünya işlerine karıştırılmaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Oysa hayata uygulanmayacak bir din ne işe yarar ki? Bu insanlar dinin sadece insana manevi moral versin diye kalbine hapsedilmiş bir duygu halinde yaşanması gerektiği gibi tamamen olanaksız bir olguyu savunabilmekteler. Aslında içine düştükleri bu paradoksal durumu anlamıyor olamazlar. Ancak onlar geçmişte ve halen dinin kötüye kullanılmasına dair kötü örneklerin ürettiği baskıyı kullanarak ve çokluğun verdiği sesi gür çıkma avantajını fırsata çevirmeye çalışmaktadırlar sadece. Şu halde dini yaşamak, dine uygun yaşamak, hayatın amacını dine danışarak belirlemekle mümkün olabilir. Eğer hayatımızın amacını başka kaynaklardan alırken, dine çok önem veriyor gözüküyorsak, o zaman dini hayatımızın yedeğine alıyoruz, hayatımıza aksesuar olarak alıyoruz veya ondan nemalanmaya çalışıyoruz demektir ki bu halde biz iyi niyetli sayılamayız…

İkinci olguyu dinin mitleştirilmesi veya mitin dinleştirilmesi şeklinde ikiye ayırabiliriz. Tabi yaşanan ilk süreç dinin mitleştirilmesidir. Daha sonra mitin dinleşmesi süreci işler. Derken bu ikili iç içe geçer ve birbirini besler. Dinin mitleştirilmesinde çoğu zaman yabancı öğreti ve mitolojilerden de yardım alınır. Dinin mitleştirilmesinde, vakıayı aktarırken maksadı öyküye kurban eden hikâyeci dindarlığın payı yadsınamaz. Öncelikle dinin ana kaynakları insanların erişimine kapatılır. Mümkünse değiştirilir. Kitabı korunmuş İslam Dini için de bu süreç böyle işlemiştir. Kitaba müdahale edilememiştir ama algısına müdahale edilmiştir. Kitap anlaşılmak üzere okunmaz hale getirilmiştir. Kitabı ve dinin diğer kaynaklarını ancak âlim kabul edilen belli insanların anlayabileceği fikri iyiden iyiye insanların zihnine kazınmıştır. Allah’ın kitabı ancak belli gün ve gecelerde, cenaze defin merasimlerinde, anlaşılmak üzere değil, onunla kutsanmak, manevi tatmin sağlamak üzere okunur olmuştur. Ölüler için, geçmişlere hediye etmek için okunur olmuştur. Dinin ana kaynağı kitap yüceltilerek erişilmez hale sokulmuştur. Kitabın konusu olan kahramanlar örnek alınamaz efsane şahsiyetler olmuştur. Onlara ait rivayetler, birin yanına beş katarak abartılmış ve hiçbir realitesi kalmamış söylenceye yani mite dönüştürülmüştür. Giderek din hayattan, işten güçten elini eteğini çekmiş belli başlı sofu, derviş kabul edilen çevrelerin yaşamına hasredilmiştir. İşte böyle bir hayattan uzaklaştırma birincisinden çok daha beter bir uzaklaştırmadır.

Kur’an’ın geçmiş kavimlere dair anlatımlarından, tarih okumalarımızdan ve kendi hayat tecrübemizden yararlanarak dinin mitleştirilmesine ilişkin sürecin nasıl işlediğine bir açıklama getirelim: Ateist veya Ateizmin aslında diğer bir versiyonu olan Panteist değilsek, Tanrı’ya (Allah’a) din öğretmeye kalkmıyorsak; yeryüzünde daima bir “Hak Din” versiyonu olduğunu kabul etmek zorundayız. Zira anlamlı ve amaçlı yaratmanın ve ciddi bir Tanrı kavramının zorunlu sonucu olarak; kullarından talebi olan bir Tanrının, taleplerinin her bir kuluna doğru bir şekilde ulaşması adaletin gereğidir. Adalet ise ciddi bir Tanrı fikrinin kaçınılmaz sonucudur. Zulüm acziyetin, zafiyetin örtbas edilmesi için, yitirilmesinden endişe edilen bir otoritenin korunması için ortaya konur. Adalet ise ancak kâmil manada hüküm ve hikmet sahibi otoritenin eylemidir. Ancak gökten hak olarak gelen her vahyin başına sırayla şunlar gelmiştir. Önce (sahte, ikiyüzlü) bir kaynak sorgulaması…[23] Sonra vasıta sorgulaması (vasıtayı uygun bulmama, küçük görme)… Sonra çatışma ve dışlama, dinin azınlık taraftarlarını zulümle, tehditle yıldırma. Sonra hezimet, güce boyun eğme, peygamber ve öncüleri yüceltme. Derken dinin buyruklarını maksattan ayırma, akılla bağını koparma, hikâye etme… Mümkünse orijinalini değilse yorumunu değiştirme ve böylece dinin inanç ve duygu esaslarına ilişerek dini kendisine uydurma… Kendisine yani kültürüne, geleneğine, çıkarına uygun hale getirme… Ve böylece dinin hayattan kopuşu…

 

 

………Devam edecek!

Orhan Cesur

——————————————————————————————-

[1] 2/Bakara170

[2] 2/Bakara134

[3] 2/Bakara135 ayrıca bakınız:12/Yusuf38

[4] 15/Hicr1: “Elif-Lam-Ra. Bunlar ilahi kitabın -kendisi açık olan ve hakkı açıkça gösteren bir ilahi okuma metninin- ayetleridir.”

[5] 43/Zuhruf23 “İşte böyle: Biz, ne zaman, senden önce herhangi bir topluluğa bir uyarıcı gönderdiysek, halkın keyif ve haz peşinde koşan kesimi daima şöyle dediler: “Biz atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk, biz ancak onların izinden gideriz!”

[6] Kıssa, olmuş olaylardan mesaj içeren kısa bölümler aktarmaktır. Masal veya hikâye değildir. Tarihi bilgi vermek de değildir maksadı… Lakin tarihe ışık tutması mümkündür. Kıssalarla karıştırılan Darb-ı Meseller vardır bir de… Bunlar temsili anlatımlardır. Yaşanmış değildir. “39Zümer27:Andolsun ki biz Kur’ân’da insanlara her misali getirdik, ola ki düşünür ve öğüt alırlar.”

[7] 38/Sad29:“Sana mübarek bir kitap olan bu (Kur’an’ı) Biz indirdik ki, herkes onun mesajları üzerinde iyice düşünsün de akıl izan sahipleri ders alsın diye.”

[8] 5Mâide/27-31

[9] 17İsra/89 “Andolsun ki; Biz, bu Kur’an’da insanlar için her türlü örneği çeşitli şekillerde açıkladık. Yine de insanların çoğu pek nankör oldu.”

[10] 3Ali İmran/7 : Bu ayette geçen “müteşabih” ifadesinin anlamı bilinemez olarak çevrilmesi kanaatimce büyük bir hatadır. Oysa kelime benzeşen manasına geldiği için çok anlamlılığa işaret etmektedir. (En’am Suresi 141 de iki defa geçer.)  Müteşabih, çok anlamlılık içerdiği için bir kapalılık taşıyan ifadedir. Manası asla bilinemez olan değil. Bu arada bazı mecazi ifadeleri de müteşabih olarak nitelemek ayrı bir garabet oluşturmaktadır. Bunlardan “yedu Allah, Allah’ın eli” ifadesinden maksat, Allah ‘ın kudreti olduğu açıktır.

 

[11] 12Yusuf/111

[12] Zahirilik mezhebi bir İslam fıkıh mezhebidir. İslâmî hükümleri Kur’ân ve Sünnet’in zahirî (lafzî, sözel) anlamlarından çıkarmayı temel aldığı için Zahiriye olarak adlandırıldı. İbni Hazm, Kur’an ve hadislerin zahir yani görünen manalarından başka hiçbir delili ve kıyası kabul etmezdi. < https://tr.wikipedia.org/wiki/Zahirilik>

[13] Bâtınîlik ya da Bâtın’îyye (Arapça: El-Bāṭiniyyeh); İslamda Kur’an Ayetlerinin görünür anlamlarının dışında, daha derinde gerçek anlamları bulunduğu inancı, ayetleri buna göre yorumlayan akıma Bâtınîlik, bu düşünceyi benimseyen kişiye de Bâtınî denir. <Vikipedi>

[14] https://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%A2t%C4%B1n%C3%AElik

[15] Mustafa Yıldız, İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı

[16] Fatalizmyazgıcılık, kadercilik, tüm eylemlerin ya da olayların evrendeki yasaların boyunduruğunda olduğunu vurgulayan bir felsefi öğretidir. İslam düşüncesinde bu görüşe yakın olan olan akım Cebriyyedir. Fatalizm pozitivizm ve bilime atıfta bulunurken, cebriyye tanrıya atıfta bulunur. <Wikipedia>

[17] Yavuz Yıldırım, İbn Haldun ve Tarih Metolojisi, <http://www.bisav.org.tr/userfiles/yayinlar/GENEL_BULTEN_60.pdf>

[18] Mircea Eliade, “Mitlerin Özellikleri”, ©2014, Alfa Basım Yayın, s.25

[19] Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, http://www.toplumdusmani.net/modules/wfsection/article.php?articleid=973#

[20] https://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji

 

[21] Mircea Eliade, “Mitlerin Özellikleri”, ©2014, Alfa Basım Yayın, s.17

[22] 5Mâide/27-31 Bu ayetlerde Adem’in iki oğlu arasındaki husumetin nedenleri tıpkı günümüz insanlarının sorunlarıyla uyuşmaktadır. İnsan psikolojisi ve dolayısıyla sosyolojiye dair değişen bir şey olmadığı dolaylı olarak vurgulanmaktadır.

[23] 4Nisa82: “Onlar bu Kuranı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allahtan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı!”

11Hud62:“Ey Salih!” diye karşılık verdiler, “Sen bundan önce aramızda büyük umutlar beslenen biriydin! (Şimdi) bizi atalarımızın kulluk edegeldiği şeylere kulluk etmekten mi alıkoyacaksın? Doğrusu şu ki, bizi çağırdığın (dava) hakkında son derece ciddi bir şüphe ve kaygı içindeyiz!”

En’am25:“…Bu, eski zamanların masallarından başka bir şey değil!” derler.

Fussilet45: “Andolsun ki; Biz, Musa’ya kitab vermiştik de onda ihtilafa düşülmüştü…”