“Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.[1]”
- Bir şeyi bilmek yetmez. Onun dahilinde ve haricinde olanı eksiksiz bilmek gerekir ki o şey, o bilgi gerçek bir faydaya dönüşsün. İnsanlar arasındaki tartışmaların pek çoğu iki sebeple fayda üretmez. Birincisi eksik bilgi, ikincisi tartışmaların bağlamında yapılamamasıdır. Aynı kelimeler konuşulsa da o kelimelerin zihinlerdeki örüntüsü başka-başka olursa böylesi münakaşadan kaçınmak gerekir. Ya da becerebiliyorsak herkesin zihninde aynı çağrışımların oluşması üzerine bir münazarayı sürdürmek faydalı olabilir. Fakat bunu başarabilmek hayli güçtür. Çünkü insanlar eksik bildiklerini itiraf etmezler. Ayrıca beslendikleri arka planları farklı olduğu için aynı kelimelerden anladıkları aynı olamaz.
- “…Sonuçta niyetlerimiz bize eylemlerimizden çok daha gerçek gelir ve bu durum, eylemlerimizin kendilerine niyetlerimizden daha gerçek göründüğü diğer insanlar hakkında büyük ölçüde yanlış anlamalara sebep olabilir…[2]”
- “
“Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çekip köpeği suladı). Bu sebeple kadın mağfiret olundu.” [Müslim, Tövbe 155, (2245)]
“Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşerâtından yemeye de salmamıştı.” [Buhârî, Bed’ü’l-Halk 17, Şirb 9, Enbiya 50; Müslim, Birr 151, (2242)]
- Bu iki hadis ve bunlara benzer formatta sözler insanlar arasında pek ehemmiyetli bir şey; insanlara ders verecek bir bilgelik nişanesi gibi anlatılır ve nadiren doğru ders çıkarımların yanı sıra maalesef çoğu kez yanlış okumalara tabi tutularak yanlış hükümlere varılır. Bir sözün doğruluğunu, yanlışlığını, değerini ortaya koymak bağlam ve söyleminden kopuk olarak mümkün olamaz.
- Bir sözün kaynak/referans kişi tarafından ne maksatla söylendiği (söylendi ise) o sözle birlikte nakledilmiş olması gerekir. Ne yazık ki pek çok hadiste böyle bir nakil üslubuna rastlamıyoruz. Veya hadisin orijinalinde olan bütünlük tam olarak dile getirilmiyor. Böyle olunca da o söz; bir bağlamda haklıyken başka haksız bağlamlarda aktarılarak yanlış değerlendirmelere konu yapılıyor. Bu sorunun üstesinden gelmek için; postula[3] hükümlerin ve Dinin temel kaynağı olan Kur’an’dan çıkarılmış prensiplerin nezaretinde bu nakillerin kritik edilmesi icap eder. Elbette bunu yapabilmek bilgi ve ehliyet gerektirir. Ancak bu ehliyet bir diplomaya sahip olmak veya bir kalabalık tarafından itibar edilen kişi olmak veya seyyid, şeyh gibi isimlerle anılmak değildir. Bilindiği üzere Allah’ın dininde ruhban sınıfı yoktur. Ağzı olan konuşabilir, itibar edilir veya edilmez; bunu değerlendirmek sorumluluk makamında olanların bileceği iştir.
- Bir başkasının imanı ve amelinin değeri üzerine konuşmak çoğu insanı rahatsız etmektedir. Ne zaman kendimi böyle bir münazaranın içinde buldumsa insanların “Bu bizi ilgilendirmez, başkalarının imanları ve amellerinin değeri konusunda biz değerlendirme yapamayız, Allah bilir kimin imanı ve amelinin ne olduğunu…” şeklinde bir tepki alırım. Sanki ben insanların cennetine cehennemine karar vermek istiyormuşum gibi hop oturup hop kalkar buluyorum konuştuğum kimseleri. Sanki iman ve amelin değeri üzerine Allah hiçbir ölçü koymamış gibi belirsiz göstermek isterler. “Allah bilir, Allah nasıl dilerse o olur…” gibi belirsizlik, ölçüsüzlük tablosu çizerler. Sanki Allah neyi nasıl dilediğine dair hiçbir ölçü indirmemiş gibi yaparlar… Sanki bizim derdimiz başkalarının imanını, dolayısıyla ahiretini konuşmaktır. Bence bunun önemli bir sebebi kendi durumlarını da belirsiz görmek istemelerinden ve kendi durumları ile yüzleşme cesaretlerinin olmamasıdır. Diğer bir sebep ise ‘iman’ konusunda yanlış kanaat üretmiş olmalarıdır. “İmanın ve paranın kimde olduğu belli olmaz..” gibi son derece batıl bir sözü doğru gibi algılar ve öyle lanse ederler.
- Cennete kimler girecek? Geleneksel ilm-u hal, iman ettiğini söyleyenlerin bağışlanmayan günahlarının kefaretini ödedikten sonra mutlaka cennete gireceklerini beyan eder. Oysa bu Kur’an’a uygun bir yorum değildir. Kur’an bir tek ayette dahi iman etmenin ya da ettiğini söylemenin cennete girme sebebi olarak beyan etmez. “Ama efendim… Allah dilerse olmaz mı?..” Allah neyi nasıl dilediğini beyan etmek için zaten kitap göndermiştir. Bu kitapta açıkça beyan edilmeyen, hatta tersi beyanlara rağmen “Allah dilerse olmaz mı..” maymuncuğu ile böyle sorunlara cevap aramaya çalışmak ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır… Allah-u alem, Kur’an’ın imanı cennete girme sebebi olarak beyan etmemesindeki incelik; ‘amelsiz iman’, ‘itaatsiz iman’ gibi yanlış yorumların önünü kesmek içindir. İmanı bilme düzeyine indirmekle kalmayıp iman iddiasını yeterli sayanlara şu soruyu sormak gerek: Allah’ın varlığını kabul ediyorum demenin ötesinde kendisinde başkaca bir İslam emaresi görülmeyen bir kimsenin hali İblisten ne kadar farklıdır?.. İblisi kâfir yapan şey, Allah’ı bilmemesi değil itaat etmemesidir…
- İslam olanlar, Müslüman olanlar cennete girecek. Bu tamam ama kimler İslam? ‘İslam’ kelimesinin teslim olmak manasından yola çıkarak şu kadarını peşin olarak söyleyebiliriz: Kim ki, her nerede yaşıyorsa, kendine gelen hakikati, kendi fıtratı ile birleştirerek ona teslim olursa; zahiren ismi ne olursa olsun o kimse İslam’dır. O kimse ölünce İslam üzere ölmüş olur… Bu kanaate nasıl varırız?.. Birincisi, Allah’ın adil olması (ki bu tanrısal niteliğin olmazsa olmazıdır) zorunlu olarak kullarını vermediği bilgiden sorumlu tutamaz. İkincisi, bu düşüncemizi destekleyen şu ayetlerdir:
“Biz seni hakikat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; çünkü hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun.[4]”
“Her ümmet için mutlaka bir elçi olagelmiştir: ancak (her ümmetin) elçisi geldikten (ve tebliğini yaptıktan) sonra onlar hakkında bütünüyle adaletle yargıda bulunulur; ve onlara asla haksızlık yapılmaz.[5]”
- Bu ayetler peygamberler ve toplumları arasındaki ilişkiyle alakalı yasalara (Sünnetullah’a) atıf yapıyor. Ancak elçi gönderilen bu ümmetler arasında gelen fetret dönemlerindeki toplumlar için yasa farklıdır:
“… Ayrıca, Biz, (kendilerine) bir elçi göndermeden (yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma) azap etmeyiz.[6]”
- Bu ayette; kendilerine elçi gönderilmeyen toplumlar azaptan muaf olduğuna göre, kendisine hakikatin bilgisi ulaşmayan veya eksik ulaşan bir kimsenin durumu için nasıl bir muamele yapılacağının ipucu verilmektedir.
“Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: (ki,) Allah’ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin: bu, sahih (bir) din(in gayesi)dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.”
- Her kim, içinde yaşadığı toplumda/şartlarda bu ayetin belirttiği gibi kendisine açık olarak gelen hakikatin lehine tercihler yaparak bu yönde meylederse; hakikat (Tevhid) lehine meylederse (hanif olursa) işte o İslam’dır. Ayrıca insanlar hakikatin tamamından değil kendilerine geldiği kadarından sorumlu olurlar.
“Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (as) Allah’ın peygamberi olduğuna kalbi ile samimi olarak şehâdet eden her kula Allah (cc) cehennemi haram kılar.” <Buharî>
- Bu hadisi düz bir okuyuşla okursak, diliyle Müslümanım diyen herkesin Müslüman sayılması icap eder.[7] Din’in veya din koyucunun muradı bu mudur gerçekten(!?) Şimdi biraz kafa yorarak okuyalım. Ben desem ki hiçbir kimse kalbiyle hakikati anlamadan kafir olmaz. Yada şöyle diyeyim. Kafir hakikati anladıktan sonra ona sırt çevirmiş kimsedir. Yani kalbi hakikati onaylar fakat o onayladığı hakikatin yüklediği sorumluluktan kaçmak için reddeder. Şu halde iman tanımını kalbin onayına bağlamak bir yönüyle naif bir durum arz ederken diğer yanıyla oldukça belirsiz, şekilsiz kullanıma açık bir durum ortaya kor. Hepsinden önemlisi de Kur’an’ın bunu onaylayan bir vurgusunun olmamasıdır. Kur’an sözle ortaya konmuş her türlü iman iddiası ile salih eylemlerle ispatlanmış imanın arasını kalın çizgilerle ayırır. Birincisine hiçbir karşılık biçmezken diğerine cenneti vadeder. Aşağıdaki ayette de görüleceği gibi insanın toplam hasılatının tartılacağını ve tartısı hafif gelenlerin cehenneme gireceğini açıkça beyan eder.
“O zaman, (iyiliklerinin) tartısı ağır basan kendisini mutlu bir hayat içinde bulacak; tartısı hafif gelen ise bir uçurumun girdabına sürüklenecektir.. Bilir misin nedir o (uçurum)?Dağlayan bir ateş!.[8]”
- Geleneksel fıkıh, günahkar kimselerin durumu ile ilgili sorulara cevap verirken (sürekli tekrar ettiği “ameller niyetlere göredir” kuralına rağmen; imanın amellerin niyeti durumunda olduğunu göz ardı ederek) iman ve amellerin arasını ayırarak; ameller arasında bir çeşit aritmetik toplam yaparak kişinin durumunu belirlemeye çalışır. İki sebeple böyle yapar: Birincisi, fazla incitici gelmesin için böyle yapar ikincisi, hakşinas gözüktüğü için böyle yapar. Güya hem olumlu hem olumsuz yanları ortaya koyarak orta bir yol tutmuş gözükür. Mesela kişinin iman durumu ile büyük günah işlemiş olmasını birbirinden bağımsız ele alır. Sanki o günah o kişinin imanına zarar vermemiş gibi yapar. Hanefi fıkıhta imanın sabit, artmaz ve eksilmez olarak nitelenmesinin de bunda payı olduğu aşikardır. Lakin bu durum Kur’an’a açıkça terstir. Kur’an’da iman olgusunun insan maneviyatında zaman zaman güçlendiğini ve zaman zaman zayıfladığını açıkça görürüz.[9] Hülasa geleneksel fıkıh büyük günah işleyen kimsenin iman durumunu sabit varsaydığı için eninde sonunda cennete gireceği şeklinde bir çözüme gider. Lakin Kur’an’dan böyle bir çıkarım mümkün gözükmemektedir. Zira işlenen her günah iman binasından tuğlalar uçurmaktadır. Hatta büyük günahların sütunlar yıktığını söyleyebiliriz. Eğer sonunda hala ayakta kalan bir iman binası olursa cennete girebileceğini söyleyebilirsiniz.
- Peki şu ayeti nereye koyacağız:
“…Ve kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu(n karşılığını) görecek, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu(n karşılığını) görecektir.[10]”
- İlk bakışta sanki iyiliklerin ve kötülüklerin aritmetik bir toplamı alınacak gibi düşünülebilir. Böyle düşünülmesi büsbütün yanlış da sayılmaz. Son ayetleri bunlar olan Zilzal Suresinin bütünü[11] düşünülürse öncelikle şunları hesaba katmamız gerekir. 1.Bu ayetler kıyametten (Evrenin çöküşü ve ardından yeniden kuruluşundan) söz etmektedir. 2.Allah’ın emri ile yeryüzü insanlığın ne edip ne etmediğine şahitlik yapacak; veya her insan tekinin yaşadığı arz parçası onun için şahitlik edecek. 3.Bütün insanlar yeryüzü hayatında yapıp ettiklerinden dolayı hesaba çekilecek. 4.Ve her insan teki zerre kadar (zerre bilinen en küçük şey) işlediği iyiliği veya kötülüğü görecek (veya çoklarının anladığı gibi karşılığını görecek.) Aslında ayette onu görecek diyor ama bundan zımnen onun karşılığını görecek manası çıkarılıyor. Konu bütünlüğü açısından ela alındığında son iki ayette, insanın yeryüzünde ne edip ne etmediği önüne serilecek demektir. Ayrıca Allah hiçbir şeyi ıskalamaz anlamı vardır. Ama her insana yaptıkları gösterilecek anlamı çıkarmamıza engel başka ayetler var. Bu ayetlerde Allah salih amel işleyen kullarının kusurlarını örteceğini vadediyor:
“İman edip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, Biz onların (önceki) kötülüklerini mutlaka sileriz(örteriz) ve onları yaptıkları iyiliklere göre ödüllendiririz.[12]”
- İşte bu sebeple insan zerre kadar da olsa iyiliğin veya kötülüğün “karşılığını görecek” anlamı çıkarmak daha doğru olabilir. Fakat bunun insanın hayat senaryosuna bağlı olarak o zerrenin onun hayatındaki dönüştürücü etkisi önemli olacak; kişinin iyilikte sebat etmesi veya kötülükte ısrar etmesi ve nihayet toplamda o insanın hala “islam” teslimiyet üzere bir kul olup olmadığı meselesi önemli olacaktır.
- Amellerin tartılması, bize zımnen insanın günah işlemesinin normal bir durum olduğunun bilindiğini söyler; ilahi hoşgörüyü ifşa eder. Yani Allah, “ben sizin günah işleyeceğinizi biliyorum zaten; asıl önemli olan sizin günahtan kaçınma çabanızdır; iyiliklerinizi çoğaltmanızdır. Bu sebeple toplam hasılatınıza bakacağım” demiş oluyor.
“Ve ölçme-tartma işi o Gün dosdoğru gerçekleşecek; ve tartıda (doğru ve yararlı davranışlarının) yükü ağır gelenler; işte böyleleridir mutluluğa erişecek olanlar; Oysa, tartıda yükü hafif çekenler; işte, mesajlarımıza inatla karşı çıkmaları yüzünden kendilerini bedbahtlığa sürükleyecek olanlar da bunlardır.” <7Araf/8-9>
“Ve Kıyamet Günü (öyle) doğru, (öyle hassas) teraziler kurarız ki, kimse en küçük bir haksızlığa uğratılmaz; bir hardal tanesi kadar bile olsa, (iyi ya da kötü) her şeyi tartıya sokarız; hesap görücü olarak kimse Bizden ileri geçemez!” <21Enbiya/47>
- İnsanın, Dünya hayatındaki amellerin karşılığının belirlenmesinde, herkes için geçerli bir aritmetik formülün olamayacağı açıktır. Bizi bu kanaate yönelten birçok sebep vardır. Aynı amel her kes için aynı değerde değildir. Yalan sıradan bir insan için küçük bir günahken bir peygamber için çok ciddi bir günahtır. Amellerin değerini belirleyen bir unsur da kişinin kendisi üzerinde ve ondanda önemlisi diğer insanlar ve toplum üzerindeki dönüştürücü gücüdür. Bu sebeple amel ister kalbin ister dilin ve isterse bedenin bir eylemi halinde zuhur etsin asıl önemli olan hangi zorluklara rağmen ortaya çıktığı ve dönüştürücü etkisinin ne olduğudur…Ve daha birçok kişiye özel sebepler olabilir ki bunları değerlendirecek güç ancak tanrısal bir otorite olabilir.
- Bu konu etrafında bir de şuna değinmek boynumuza borçtur: İnsanımız her ne yapsa kimliğinde yazan ‘İslam’ kapsamının dışına çıkmadığını sanmaktadır. Acaba bir Müslümanı Müslüman yapan nedir? Şehadeti söylemesi kafi midir? Hemen belirtmek isterim ki bu soruyu sorarken maksadımız kişinin cennetine/cehennemine karar vermek değildir. Bunun bize ait bir iş olmadığının pekala farkındayım. Fakat bir kimlik problemi noktasından, bir hukuk sorunu, bir fıkıh sorunu olarak ele alıyorum. İslamın şartlarını “İslam olma” şartları olarak ele alırsak belki önümüzü daha iyi görürüz. Bu şartların hepsi kamil manada yerine gelmeli midir? İslam Düşüncesinin özünde var olan “analitik düşünme” tarzı böylesi kategorik sonuçlar çıkarmamıza engeldir. Ancak şöyle diyebiliriz: İslam binasının en önemli sütunu beş vakit namazdır. Zekat, Oruç, Hacc ve tabiki şahitlik; Hakkı birlemek ve ondan hakikati getiren elçileri doğrulamak ve böylece tarafını beyan etmek… Üstelik bunların Adem’den beri bilinen rükunlar olduğunu unutmamalıyız. Şimdi, dinin direği olan namazı düzenli olarak kılmayan, oruç tutmayan, Hacca gitmeyi önemsemeyen, zekatı gözetmeyen veya bir kısmını yapsa da bir kısmında lakayt davranan insanlarımız için sadece şehadeti telaffuz etmek nasıl yeterli olacak?.. Üstelik yaşam tarzı itibariyle bir Gayri-Müslim’den ayırmak neredeyse imkansız hale gelmişse Kamil manada bir İslam kimliğinin oluştuğunu nasıl söyleyebiliriz. Öyleyse bu temel rükunların eksikliği oranında İslam kimliğinin de eksik olacağı gayet açıktır.
- Hasılı kelam; yaşamımızda bir İslam kimliği oluşturmak son derece önemlidir. Allah elçisinin giyim-kuşam, kılık-kıyafet konularında asıl sünneti (adeti) temizlik (sağlık) kurallarının yanı sıra bir İslam şahsiyetine yakışanı ortaya koymak ve Gayri-Müslimlere benzememektir. Mesela sakal bırakmak veya bırakmamak bu bağlamda ele alınmalıdır…
Orhan Cesur
___________________
[1] Mecelle kuralı, Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, IQ Yayıncılık
[2] Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, E.F. Schumavher, Küre Yayınları 2015 [3] Postulate: (İng.) f. şart koymak, talep etmek, ispatsız olarak kabul ettirmek, doğru varsaymak, postulat olarak kabul etmek, seçmek (göreve) i. doğru varsayılan kanıtsız önerme, esas, aksiyom.
[4] 35-Fatır/24
[5] 10-Yunus/47
[6] 17-İsra/15
[7] Bu noktada şunu vurgulamak isterim ki, İslam toplumunun vatandaşlığını belirleme anlamında biz insanların kendi beyanlarını esas almak zorundayız. Kimsenin kalbinin bekçisi olamayız ve kimsenin cennetine ve cehennemine karar verme pozisyonunda kendimiz göremeyiz. Lakin bir kimlik sadece sözle oluşmaz. Ben Türkiye vatandaşı isem bunun bana yüklediği vatandaşlık sorumluklarının olduğu da açıktır. Bunları hiçbir şekilde yerine getirmek istememe halinin açıkça bu kimliğin aksine bir durum arz edeceği açıktır. İslam’ın en temel şartlarını bile yerine getirmeyen bir şahsın İslam toplumuna ait bir kimlik olduğu inandırıcı olur mu?
[8] El Kâria/6-11
[9] 8-Enfal/2: İnananlar ancak o kimselerdir ki, her ne zaman Allahtan söz edilse kalpleri korkuyla titrer; ve kendilerine her ne zaman Onun ayetleri ulaştırılsa inançları güçlenir; ve Rablerine güven beslerler.
[10] 99-ZilZal/7-8
[11] 99-ZilZal: “Yer, o (son) müthiş sarsıntı ile sarsıldığında, ve yeryüzü ağırlıklarını attı(ğında), ve insan: “Ona ne oluyor?” diye bağırdı(ğında), o Gün yer, bütün haberlerini ortaya dökecek, Rabbinin vahyettiği şekilde. O Gün bütün insanlar, (geçmiş) fiillerini görmek üzere biri öbüründen ayrılmış olarak ortaya çıkacaklar. Ve kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu(n karşılığını) görecek, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu(n karşılığını) görecektir.”
[12] 29-Ankebu/7