“Kimse bana karışamaz” mezhepli o kadar çok insan var ki toplumda… Burunlarından kıl aldırmıyorlar. Özgüven eğitimlerinin bir sonucu olarak gençlerimiz de keza kusurları konusunda biraz eleştiriye tahammül gösteremiyorlar. Eğitimcilerse tam da bu durumu matah bir şey gibi sunmaya devam ediyorlar. Bütün hamlığına, kabalığına, cehaletine rağmen onurlu bir insan muamelesi talep ediyor gençlerimiz.

Devlet dairelerinde memurlar, şirketlerin ofislerinde çalışanlar, öylesine sıradan gündemlerin sahibidirler ki şaşarsınız. Tatil, yeme içme, gezip görme, maç, sinema, dizi, ev araba, vb. gündemlerin ötesinde fikri derinlik taşıyan lakırdıları olmaz. Belki seçim dönemlerinde hükümet yıkıp kurma üzerine, ama takım tutmanın ötesine geçmeyen tarafgirlikler. Pek özgürmüş gibi görünen bu insanlar birbirleri için örnek olma özelliği taşımadıkları gibi fikri bir muarız da olamazlar. Zira fikri her tartışma, belli bir çizgiyi geçemeden fitne olarak nitelenmeye mahkûm edilir. Kimse kimseye bir şey öğretemez ve kimse kimseyi etkileme gücüne sahip değildir. Zira her birey kendi başına bir dünya sayar kendini. Kurum kültürü oluşturma bağlamında kendilerine verilen hizmet içi eğitimler onları sadece daha iyi sağmak içindir. Yoksa fikri bir tekâmülü asla amaçlamaz.

Birbirine hakkı tavsiye edemeyen veya kötülüğü men edemeyen fertlerden müteşekkil bir toplumun millet olma vasfı kifayetsiz demektir. İyiliği tavsiye etmek veya kötülükten men etmek mahalle baskısı veya kolektif bilinç olarak kabul görmemiş bir toplum millet olma vasfına da sahip değildir tam olarak.

Ömrümün erken dönemlerinden günümüze gelinceye kadar içinde yaşadığım toplumda, giderek zayıfladığını gördüğüm ve kendimce çok önemsediğim olgudur, kolektif bilinç. Toplumda iyiliğin mahalle baskısı gücüne sahip olmasını keza kötülüğün aynı baskıdan dolayı gizlenmek zorunda kalmasını çok önemsiyorum. Oysa giderek bunun tam aksinin önemsendiğini, mahalle baskısının, törenin, örfün bazı olumsuz deneyimler üzerinden hepten aşağılandığını, mahkûm edildiğini göre geldik. Ben mahalle baskısını iyi bir şey olarak sunarken pek çok kimse şaşıracaktır. Zira günümüzde mahalle baskısı olarak tartışılmış olan sosyolojik yasanın, kişi özgürlüğünün önündeki engel ve bir an önce kurtulunması gereken hastalık gibi algılanması sanrısı neredeyse her kesimin onayını almıştır. Oysa bir toplum, yazılı hukukundan önce örfüyle[1] çözümlerini bulabildiği ölçüde gelişmiş bir toplum demektir.

Küresel kültür, millet olma vasfımızı elimizden almak suretiyle işgal ediyor ülkemizi. Bunu bireyselleştirerek, atomize ederek yapıyor. Buna karşın bir mücadele fikrine sahip olmayan hiç kimse milliyetçilikten dem vurmasın. Şayet bir şekilde bu işgali durduramazsak elimizde bir ülke de kalmayacak. İşgal derken fiziksel bir işgalden bahsetmiyorum tabi ki. Buna gerek de yok. Ortada bir millet kalmayınca bir ülke de olamaz zaten.

Hani birlik, dirlik üzerine bir dil kullanır siyaset erbabı. İri olmak, diri olmak için bir ve beraber olmak pek önemsenirmiş gibi bir dil. Sanki bütün toplum homojen bir kimyaya sahipmiş gibi… Bütün toplumu kucaklayan; toplumun her kesimi tarafından kucaklanan, kabul gören bir bakış, duyuş hala etkinmiş gibi. Evet, elbette toplumun büyük kesimlerinin yüreğinde birlik rüzgârı estiren inanç, ülkü, duygu hala var. Lakin ciddi çatışma alanları daha bir gerçek olarak önümüzde. Dahası toplumun her kültür gurubunu tarumar eden bir küresel kültür var ki onun rüzgârının önünde hiçbir fikir, inanç, duyuş, bakış duramamaktadır. Zira neslin ipleri bu kültürün eline verilmiştir. Ve dramatik olarak güya milliyetçilik iddiasında olan yönetici elitler, siyasi çevreler nesillerini ellerinden alan küresel kültüre karşı da hiçbir strateji geliştirmemektedirler. Hatta bizzat kendi elleriyle nesillerini küresel kültürün şeytanlarına teslim etmektedirler. Muasır Batı Medeniyeti, sadece Batıyı kıble edinmiş Cumhuriyet aydınları için değil sözüm ona muhafazakâr çevreler için de biricik hedeftir.

İktidarlar ve kurulu düzenden istifade edenler, günümüzde etkisi hala devam eden geçmişle, birliğin tehlikeye düşmesi ve/veya iktisadın kötü etkilenmesi korkusu yüzünden, değil hesaplaşmak basit bir muhasebeye dahi yanaşmak istemezler. Her şey unutulsun ve gelinen noktadan devam edilsin isterler… Buna da eyvallah ama kimi yürekleri teskin edebilsin diye hiç olmazsa günahların itirafı, belki biraz özürlük çok görülür. Dahası düşüncelere baskı, hataları kabul etmeme, tarihi yalan üzerine bina etme tavrı sürüp gider. Resmi paradigmaya ters fikir ve inanca yüreklerden taşma, dilde ifade edilme, elde ayakta vücut bulma hakkı verilmez. Belki kişinin kendi etrafından öteye taşmayan, hadım edilmiş, mahalle baskısı üretme gücüne asla erişemeyecek ritüeller… Buna karşın inancın resmi paradigmayı meşrulaştıracak yönde manipülasyonu sonuna kadar desteklenebilir. Bu çerçevede dinden ödünç alınmış kavramların yer yer ağdalı bir şekilde kullanılması dahi sorun olmaz.

Değil komşunuzun çocuğunu bir hatasından döndürmek; bir öğretmenin öğrencisinin davranışlarına karışması; mesela kıyafetine bir şey diyebilmesi; ebeveynler çocuklarına rehberlik edemez veya bir yanlışından caydıracak güce sahip değildir çoğu kez. En muhafazakâr çevrelerde dahi çocukları ebeveynlerinin kültürel devamı değildir. Bu çarpıklığı kuşak çatışması, kuşak farkı diye normalleştirmek sorunu ıskalamaktır.

Bu hale nasıl gelinmiştir, gayet açıktır. Modernleşme tarihimiz teknolojik yenilenme olmaktan çok çok daha fazla nesillerin ayartılması tarihidir. Liberal Demokrasi bu ayartma projesinin iklimidir. Moda, sanat, spor, sinema, reklam, medya vb. araçlar ise bu ayartma projesinin gayet etkili araçlarıdır. Buna kim bir laf ederse despotlukla, gericilikle, ilkellikle suçlana gelmiştir. Bu büyü ve sihir araçları gayet sofistik tarzda algıları yönetir.

Soruna çözüm düşünenler, gene aynı iklimin içinde ve aynı araçları/yöntemleri kullanarak çözüm üretebileceklerini sanırlar. Sorunlarımızın kaynaklarını çözümlerimizin ortağı sanmaya devam ederiz. Böylece sözüm ona daha iyisini henüz bulamadığımız demokrasinin içinde paradokslarla dolu yaşantıları sürdürüp dururuz.

 

————————-

[1] Örf: adap, erkân, pratik bilgi, misal ve tecrübe ile öğrenilen şeyler, 2. yükselti, tümsek, 3. yele” sözcüğünden alıntıdır. Arapça ˁarafa عرف  “bildi, öğrendi, anladı” fiilinin mastarıdır. Bilme, öğrenme, usul ve örf bilgisi anlamındaki irfān عرفان kelimesi de isim formudur.