Bir şey ne kadar çok değişirse o kadar çok aynı kalır.”

Fransız atasözü

“Değişim”, nasıl olduğuna bakılmaksızın önemli kabul edilir. Zira modern tüketim toplumunun beslendiği “kutsal inek” değişim, tüketim ve üretim çarklarının çalışmasının güvencesidir. Değişmeyen tek şey değişimdir, sözünün insan yaşamıyla ilgili ve hatta tüm varlık âlemine ilişkin kaçınılmaz bir durumu ifade ediyor olması modernite ile efsunlanmış zihinlere pek doğru (güzel) görünür. Ve büyük kalabalıklar değişmeyen değişim söylemiyle tüketim çarklarını çevirmeleri için motive edilir. Yeni çıkmış bir telefonu kullanan genç kasılırken, sanırsınız ki o cihazı kendisi geliştirmiş veya en azından o cihazın geliştirilmesinde bir katkısı var. Bir bakıyorsunuz bir otobüsteki insanların belki yarısının ellerinde hayli pahalı ve aynı marka telefonlar. Öğrenci veya gelir düzeyi oldukça düşük pek çok insanımızın elinde hayli pahalı telefon cihazları bulunuyor. Hepsi kutsal ineğin kerameti…

Oysa hareket ve dolayısıyla değişim, yaratıcının varlık âlemine biçtiği bir kaderdir. Yaratılmış olmanın kaçınılmaz sonucudur. Üstelik tabiattaki değişme, Fizik’te “Entropi[1]” olarak bilinen, sürekli bozulumdur. Yani her şey giderek düzenden düzensizliğe, yaşamdan ölüme doğru gitmektedir. Aslında değişim dediğimiz mevhum bir gelişme olmaktan çok bozulumdur. Eşyaya hükmeden değişme (oluş ve bozuluş) kanunu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Hiçbir zaman aynı köprünün altından aynı nehir akmaz, sözü de bunu ifade eder. Ama sürekli değişmek insanoğlu için bir ufuk, bir hedef olamaz. Yüceltilecek olan, sürekli akış ve değişim halinde olan hayatın içinde nişan taşlarını bulup işaretlemek ve bir kararlılık seviyesine ulaşmak olmalıdır. Yücelik (aslında) değişimde değil sabitliktedir. Zira mutlak hakikatin (Allah’ın) değişmesi, gelişmesi, kemale ermesini düşünmemiz mümkün görünmemektedir.

Değişim söylemini çok kullanan kimi zevatın bu söylemi, teknik olarak son imkânlarla donanmanın motive edici motor gücü olarak kullanmak istedikleri fark ediliyor elbette. Ancak o kimselerin fark etmedikleri, bu şekilde değişimi kutsayarak, bir varlık kanununu putlaştırmış olduklarıdır. O put insanları kendine kul-köle etmiş ve tüketim canavarına çevirmiştir. Modern insan, geçmiş ve gelecek kaygısından azade anı yaşamaya odaklanmıştır. Şimdisini en konforlu, en fantastik bir şekilde yaşamanın derdindedir. Dünyayı yok oluşun eşiğine getiren de bu tüketime endeksli yaşama biçimidir. Haz, bu yaşama biçiminin temel güdüsüdür.

Bir siyasetçi ya da bir bürokrat, daire amiri, bilim insanı bir münasebetle konuşma yapacak olsun. Veya bir kitaba ve benzeri çalışmalara önsöz yazacak olsun. Teknolojinin hızından, ona ayak uydurmanın öneminden ve böylece çağdaşlaşmaktan bahsetmeden kendini alamaz. Okula gitmeyen çocukların bile bilgisayara aşinalıkları, çok önemli bir şeymiş gibi sık-sık vurgulanır. Değişmek hiç sorgulanmadan gelişmeye eşitlenir. “Değişimin önemi” konulu değişmeyen konuşmalar yapılır. Aslında değişen çok fazla bir şey de olmaz. Teknoloji üreticilerinin ağzımıza çaldığı biraz bal ile ona pazar olmaya devam ederiz.

Değişimden bütün anladığımız da hayatımıza teknoloji araçlarını daha fazla hakim kılmaktır. Cep telefonumuz kısa zamanda daha yeni versiyonuyla ve daha çok fonksiyonlusu ile değiştirilmelidir… Arabamız yenilenmeli. Evimizdeki eşyalar, mobilyalar (hâlâ işe yarıyor olsalar bile) daha modern olanlarla değişmeli. Madem imkânımız var… Eskisini bir fakire veririz(!) Günümüz yaşama tarzına hâkim olan teknolojik yenilenme anlamındaki değişim mantalitesi, modern tüketim sisteminin kurguladığı bir tuzaktır. Teknoloji, yenilenme, çağdaşlaşma bu tuzağın en çok kullandığı delillerdir. Dikkat ediniz; en basit bir eşya almak isteseniz, eğer ciddi bir araştırma yapmazsanız kesinlikle aldatılırsınız. Almak istediğiniz eşyanın, küçük farklarla onlarca çeşidi sürülmüştür piyasaya. Bilerek yapılmaktadır. Böylece kafa karışıklığı yaratılır alıcıda. Sürekli yeni modeller çıkar piyasaya. Şimdi yeni olan model kısa sürede eski model oluverir. Parçalarını da bulamazsınız bir süre sonra. Size “yenile” baskısı yapılır böylece.

 

Teknoloji üretimine getirilen hız zanaatı (mesleki sanatı), tamirciliği, pek çok mesleği ve meslek ahlakını yiyip bitirmiş, insanları ve toplumları bir tüketim canavarına çevirmiştir. Kendilerini “gelişmekte olan ülkeler” diye tanımlattıran toplumlar, efsunlandıkları “gelişme” büyüsünün metotlarının bir gün kendilerine de öğretileceği veya saçılan sırlardan kendilerinin de pay kapacakları hülyasıyla sarhoşturlar. Hadi diyelim ki gelişmiş ülke konumuna yükseldiler. Ama bu gerçekten yükselme midir? Bu “yükselme” onurlu bir medeniyet olmaya tekabül eder mi? Elbette etmez. Bu toplumlar, kendilerini düşkün kılan şeyin, kökü kendilerine ait olan geleneği ortadan kaldırmış olmaları ve yerine daha iyisini de koyamamış olmaları olduğunu da idrakten yoksundurlar…

Bekleyin görecektir duranlar yürüyeni, Sabredin gelecektir solmaz, pörsümez, yeni” [N.Fazıl]

Ne eski olmak, nede yeni olmak hakikat ölçüsüdür. Oysa geniş kitleler her ikisiyle de aldatılmışlardır. Evet, önemli olan değişip durmak değil, bir kararlılık seviyesine ulaşmak ve kökü sağlam temellere, denenmiş tecrübelere dayalı geleneği üretmektir. Gelenek deyince, faydalı olma özelliği kalmamış, eskiden varsa bile anlam ve amacını yitirmiş ve hurafeye dönüşmüş adetleri anlamamak gerekir sadece. Bir şahsın hayatında alışkanlıkların önemi neyse, bir grubun, bir cemiyetin hayatında da gelenek odur. Kötü alışkanlıklar kişinin ve kötü gelenek de toplumun enerjisini israf eder. Gelenek bir anlamda geçmiştir. Geçmiş şahsiyetimizin kaynağıdır, bilinçaltıdır. Şahsiyetimiz ondan neşet eder. Toplumun şahsiyeti, alışkanlıkları, yani geleneği, geçmişinden, bilinçaltından ortaya çıkar.

Gelenek üretemeyen toplumlar başarılı olamazlar. Gelenek, tekrar ederek devam etme bilincidir. Ancak gelenek, çoğu kez hurafeye dönüşerek devam eder. Hurafeye dönüşmeyen, akliliği ihmal etmeyen bir gelenek, toplumun özgünlüğünün koruyucusu olduğu kadar gelişmeye de engel değildir. Toplumun olduğu kadar, devletin de köklü ve kurumsal geleneği olmak zorundadır. Esasen devletin kendisi bir gelenektir. Zira gelenek, alışkanlıkların kurumsallaşmış şeklidir. Bugün devlet düzeyinde yaşadığımız sıkıntıların büyük bölümü kurumsal geleneklerin olmayışı veya var olanlarında sahih inançtan[2] ve aklilikten uzak olmasıdır. Bir ülkede, meclis yasa çıkarmaktan yorgun düşüyorsa, anayasa tartışmaları bitmek bilmiyorsa, memurlar, mali müşavirler, hukukçular kurumların yönetmeliklerini, tüzüklerini takipten yoruluyorsa o ülkede gelenek sorunu var demektir. Toplum gelenek diye, gürültüye ve bayağı müziğe dayalı düğünleri, sahih dinle bağını koparmış cenaze ve mezar merasimlerini yaşatmaktadır. Devletin kurumsal geleneğinden de hiç haberi yoktur. Sahih gelenek üretmezseniz boşluğu sahtesi dolduracaktır.

 

Orhan Cesur, Estetik yoksunluğu-2015

__________________________________________

 

[1] Termodinamiğin ikinci yasası entropi, evrende var olan enerjinin sürekli olarak kullanılmaz hale geldiğini ve böylece bir gün evrenin tümüyle bozulup çökeceğini ortaya koymaktadır.

[2] ‘Sahih inanç’ ile kastedilen, akli temellere dayandırılmış kanaat, motive edici ülkü, hedef…