1. Zaman bilinmeyenleri destekliyor, bilinen ne varsa, neredeyse hepsi geçersiz oldu.” Bir arkadaş gurubunun Whatsapp sohbeti arasında geçen bir söz bu. Özellikle son zamanlarda, kimisi akademisyen bazı ilahiyatçıların, “meğer bize öğretilenlerin çoğu yalanmış” tarzındaki sonradan erme fikirleri, bilinmezciliğe umut bağlamış (aslında İslam karşıtı) çevrelerin neşelerini artırdı. Hemen bu tarz hocaları köşelerine, stüdyolarına davet edip kendilerince İslamcıların ne kadar bağnaz olduklarını bir kez daha faş etmiş oldular(!)

 

  1. Benzer erme durumlarını, hızlı bir İslamcılık evresi geçirdikten sonra “Tarihselcilik” keşfini yaşamış orta yaş gurubu pek çok “Müslüman” yaşamaktadır. Yukarıda andığım sonradan erme ilahiyatçıların da katkısı var bu süreçte. Ama en büyük katkı gerçekten bağnaz olan gelenekçi İslamcı çevrelere aittir. Bunlar arasında, selefi kökenli çevreleri ayrıca zikretmek lazım gelir. Bu bağlamda İŞİD projesinin işe yaradığını, meyvelerini verdiğini söylersek pek de yabana atılır gibi olmaz herhalde. Evet, İŞİD, Mustekbir Batı’nın bir projesiydi ve işe yaradı.  İslam Dünyasını hem sosyolojik anlamda hem de fikri anlamda teröre (kargaşaya) sürükledi…

 

  1. Fransa merkezli küresel İslam düşmanlarının ısıtıp-ısıtıp bastıkları karikatürler üzerinden İslam peygamberi ile dalga geçmeye yeltenmelerinin de bu zamana denk gelmesi tesadüfi olmasa gerek. İslam Dünyasında yaşanan kafa karışıklığını en iyi onlar fark ediyor olmalı…

 

  1. Agnostik (bilinmezci) çevrelere  gelince bunlara sadece acımak gerek. Ortada kendileri adına bir ilerleme olmadığı halde İslamcıların zaaflarından, kafa karışıklığından güç almaktadırlar. Zaten bir şeylerin bilinemez olduğunu iddia etmek nasıl bir ilerleme olabilirdi ki?… İlimde gerçekten bir ilerleme varsa ki şüphesiz var; bunun karşısında  geçersiz olan yalan ve vehimdir sadece. Allah’ın son vahyi Kur’an’ın, “Allah’tan geldiği varsayılan ve fakat geçersiz, tutarsız ve hikayelerle dolu bir kitap olduğu” fikri bu çevrelerin temennisidir sadece. Onları heyecanlandıran asıl olgu, gelenekçi, kültürel İslamcı çevrelerin İslam diye sundukları yorumların realite karşısındaki falso vermesi ve İslam fikir dünyasında yaşanan kafa karışıklığı ile ilgilidir. Yaşanan bu kafa karışıklığı ile beraber yeniden gündeme gelen başlıca problemleri şöyle sıralayabiliriz:
  • İslam’ın temel kaynağı Kur’an, gerçekten Allah’ın vahyi midir. Öyle ise bu vahyin mahiyeti nedir? Kur’an lafız olarak da Allah’ın sözü müdür; yoksa peygamber, Allah’ın vahyinden anladıklarını kendi sözleriyle mi aktarmıştır.
  • Allah’ın vahyi bu Kur’an tarihsel midir? Hükümleri tarihin ve coğrafyanın kısıtlamasıyla iptal olmakta mıdır? Belirli tarih ve coğrafya da ortaya çıkması vahyin kadrajını daraltmış değil midir? Bu durum vahyin evrenselliğine halel değil midir?
  • Peygamberin söz ve yaşamından aktarılan hadisler Kur’an yanın da ikinci bir kaynak mıdır; yoksa Kur’an’ın anlaşılmasında gerek duyulan bir kaynak mıdır?
  • İslam’ın devlet talebi var mıdır/yok mudur? İslam bir yönetim şekli önerir veya dayatır mı?…
  • Kur’an açısından insanın yasama yetkisi var mıdır? Varsa sınırı nedir? Kur’an insan yaşamını düzenleme konusunda insanı tamamen kendi haline mi bırakmıştır? Yoksa belirli ölçüler çerçevesinde yasama yetkisi mi vermiştir…
  • Kur’an neden kötülüğe karşı sık sık cehennem ile tehdit etmekte veya iyilik için cennet vaadiyle teşvik etmektedir?
  • İlim ve teknoloji dünyasındaki gelişmeler din olgusunu büsbütün devre dışı mı bırakıyor?
  • Teknolojinin baş döndürücü hızı, insanlığın uzaya dolmuş seferi hazırlığı aşamasına gelmesi dine (Tanrı’ya) ihtiyacı ortadan kaldırmakta mıdır?
  1. Evet, benzer sorular bağlamında yaşanmaktadır kafa karışıklığı. Bu kafa karışıklığı yeni nesil üzerinde “Aslında bilindiği sanılan her şey yalanmış” gibi bir sahte ermeye yol açmakta ve tanrıyı hepten yok sayamamanın da çaresizliği içinde, Agnostik ve Deist akımlardan medet ummaktadırlar. Oysa bu akımların fikir dünyasında bir ilerleme olması asla mümkün değildir. Zira her iki fikir de çaresizlikten üretilmiş sahte seçenekler durumundadır. Daha doğrusu hakikate karşı körlüğü ve sağırlığı tercih etmekten başka bir şey değildir… Aslında ateizmin (tanrı tanımazlığın) farklı veçhelerinden başka değildir bunlar. Ha tanrıyı yok saymışsınız veya tabiatı tanrı edinmişsiniz; ha sen bizim hayatımıza karışma veya karışırsan isteklerimizi yerine getir sadece, diye tanrıya bir sınır çizmeye kalkmışsınız…

 

  1. Gelinen noktada, bu kafa karışıklığını giderme sadedinde yeniden “büyük atalar” anlatısına mı meyil vereceğiz; atalar mirasını hepten reddetmek gibi bir gaflete mi düşeceğiz; yoksa atalar mirasını da hepten reddetmeden ve ondan da yararlanarak Allah’ın arı duru vahyine musallat olmuş gnostik, mistik kirleri arındırmaya çalışarak, kültür ile dinin doğru bir şekilde harmanlanmasını sağlayabilecek miyiz bunu zaman gösterecek…

—–o—–

  1. Aslında ortada yeni bir sual olmadığı gibi yeni bir cevap da olmayacaktır. Lakin modern evhamla süslenip asrın gafletine sunulan batıl suallerin cevaplarını da asrın idrakine yeniden sunmak gereği vardır. Her bir sual için uzun uzun referanslı tartışmalar zor olsa da elbette yapılabilir. Ancak benim bu çerçeve de yapmak istediğim tüm bu suallerin kendi içinde içerdiği çelişkileri ortaya koymaktır.

 

  1. Pozitif bilimin ve onun sihirli eli teknolojinin büyüsüne kapılarak sahte erme durumunu yaşayan insanlar, din olgusuna ancak ve sadece batılı aydınlanma penceresinden bakabilmektedirler. Kendilerini çok akıllı sanan bu çevrelerin aslında diyalektik düşünme usulüne de bilim ahlakına da sahip oldukları söylenemez. Bunların halleri, küçük gördükleri bağnaz dindar çevrelerden çok da farklı değildir. “Tanrı’ya iman etme” olgusunu mantıksız bulan bu insanların kendi tavırları da aslında sadece “Tanrı’yı inkar etme” ile en iyi açıklanabilirken güya kendilerini akıllı ve mantıklı saymaktadırlar. Aslında bunların sorunu tanrıya iman etmekten çok hayata her an müdahil bir tanrıya iman etmekle ilgilidir. Ateist, deist, panteist veya agnostik olmak hiç de çok farklı şeyler değildir. Ortak noktaları hayata müdahil; cezalandıran, ödüllendiren bir tanrı istemiyor olmalarıdır…

 

  1. Gerek din olgusunun gerekse din bağlamında ortada duran tüm tarihsel mirasın yok sayılması veya tamamen uydurma sayılması mümkün müdür? Yani aslında ortada vahiy de yok peygamberlik de yok. Bu durumda insanlara mesaj ileten bir tanrıdan da söz edemeyiz. Yok eğer, bir tanrı varda insanlara bir mesajı yok; hesap sorması veya görev yüklemesi yok diyen olursa hepten saçmalamış olur. Zira insanlığa dair erdemden söz etmemiz, hayata dair bir anlam arayışımız hepten batıl olur. Zira Tanrı (Allah) demek anlam demektir. anlamı (erdemi, görevi, imtihanı) hiçe sayan her tür tanrı tasavvuru batıldır; çelişkilerle dolu evhamlardır. Bilinçli bir varlık yaratan bir tanrı olsun da sonra o bilinci kendi keyfine bıraksın, makul değildir. Anlam demek, bir bilinç (akıl) tarafından amaçlanmış şeyler demektir. Adına Tanrı denen bir üst (mutlak) bilinci dışlayarak, eşyadaki tikel akılları, bilinçleri anlamlı kılmak açıklamak mümkün görünmemektedir. Tanrısız anlam arayışı, evet mümkündür ama eksik kalmaya mahkumdur. Aslında böyle bir anlam arayışı dahi eşyanın kendisine bir tanrısallık yüklemekle mümkün olacaktır. Yani panteizmle…

 

  1. Şu halde bir Tanrı (Allah) varsa mesajı da vardır. Mesajını insanlığa nasıl ulaştırdığına gelince; bu hem onun tasarrufunda olan bir konu olması yönüyle hem de insan (kul) ve Allah olmanın mahiyet farkı yönünden dikkate alınması gerekir. Vahyin mahiyetini anlama noktasında; tarihi mirasa yönelerek insanlığın biriktirdiği tüm tecrübeleri ve aklı kullanabiliriz. Tanrı ve kul arasındaki muazzam mahiyet farkını ileri sürerek tanrının insana göndermiş olduğu mesaja ilişkin kuşkular üretenleri anlamak gerçekten zor görünmektedir. Zira onlar bu mahiyet farkını ileri sürerek, Kur’an lafsının Allah’a ait olamayacağını dillendirmektedirler. Onlara göre insan tanrı dilini anlayamaz…

 

  1. İnsanın tanrı dilini anlayamayacağını ileri sürdünüz diyelim; peki nasıl oluyor da tanrının kendi mesajını, insanın anlayacağı bir şekilde (dilde) sunamayacağını öngörüyorsunuz? Bu ucuz dayanaklar, mesajın lafsının tanrıya ait olmadığını; peygamberin kendi anladığı şeyleri, (hatta kendi meramını, ihtiraslarını) dile getirmek için söylediği kendi sözleri olarak görmek için hayli kifayetsiz kalmaktadır. Ayrıca böyle bir düşünce aynı zamanda peygamberin de sahtekâr olduğunu ilan etmektir. Zira getirdiği vahyi, Allah sözü diye dikte ettiren peygamberin kendisidir. Kendi sözleri ile vahyin arasını titizlikle ayırdığı gayet iyi bilinen bir konudur. Keza Kur’an’ın, ‘vahiy’ kavramı üzerine ortaya koyduğu içerikler de peygamberin bu tavrı ile uyum içindedir. Demem o ki peygamber gerek kendi tutumu ile gerekse vahiy diye ortaya koyduğu ayetlerle, vahyin hem mana ve hem de lafız olarak Allah’tan olduğu iddiası ile ortadadır. Dahası vahi ve dolayısı ile peygamberlik olgusunu insanlar ilk defa Kur’an ve Muhammed üzerinden tecrübe etmediler.

 

  1. Ayrıca insanlar hangisine güven duyarlar: Manası Allah’tan olsa da peygamberin kendi keyfince veya kapasitesine göre paketlenmiş (lafız giydirilmiş) bir vahye mi; yok lafsı da manası da Allah’a ait olarak bilinen bir vahye mi?… Neresinden baksan dökülen, tutarsız lakırdı bunlar… Ayrıca bu iddiada bulunanların dil bilime ve hatta epistemolojiye dair de hiçbir derinlikleri olmamalı ki, lafız ve manayı böylesine ayrık düşünebileceklerini sanıyorlar… Dahası böyle bir iddia peygambere zaten yapılmış olan “Bunu ona birisi öğretiyor[1]” iddiası ile benzerdir. Peygamberin ümmi olması, kitabi (kültürel) eğitim almamış olması gerçeği ile de ters olmasına rağmen iddia edenler en azından kafaları karıştırabileceklerini hesaba katmaktadırlar.

 

  1. Keza 23 yıllık peygamberlik sürecinde pek çok defa peygamberin kendisi de çok istemesine rağmen bana vahiy geldi diyerek ortaya çıkmadığı çok iyi bilinmektedir. Keza kendi görüşü ve sözleri ile vahyin arasını titizlikle ayırdığı da çok iyi bilinmektedir. İddia sahipleri yaşanarak tecrübe edilmiş bu olguyu da görmezden gelmektedirler. Çünkü asıl amaçları kafa karışıklığı yaratmaktır.

—–o—–

  1. Kur’an’a şöyle bir göz gezdirip, bu muymuş adından söz ettiren o evrensel kitap şeklinde burun kıvıran çok kimse olabilir elbette. Bir Allah kelamından olağan üstü beklentileri olanlar olabilir. Kitabın oldukça düzensiz olduğunu düşünenler olabilir. Zaten Kur’an bir insan düzenlemesi kitap gibi olmamak yönünden de hayli özgün bir kitaptır.

 

  1. Öte yandan elimizdeki Kur’an mushaflarında bir harf eksiğinin/fazlasının olmasının mümkün olmadığı yönündeki görüşlere karşı şahsen ihtiyatlıyım ben… İmanımızı pekiştirme adına ileri sürülen böyle görüşler hoşumuza gitse bile elbette ki tartışılabilir. Zira Kur’an Gökten hazır bir kitap olarak gelmedi. Peygamber tarafından yazdırıldı ve arkadaşları tarafından derlendi. Gene bir harfinin veya kelimesinin eksik/fazla olabileceğini düşünmenin kişinin imanına bir zarar vereceğini ileri sürmek de, olsa olsa bir fikirdir sadece… Kur’an muhtevasında yer alan ve “Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, [bütün tahriflerden] onu yine Biz koruyacağız. <Hicr9>” şeklindeki ayetin anlamı elbette tartışılabilir. Ve bu ayetten anlaşılacak tek ve zorunlu mananın, “bir harfinin dahi farklı olmadığı” şeklinde ifade edilen mana olmayabileceği kanaatindeyim. Lakin bu şekilde anlamak da  elbette değerlidir, saygındır. Zaten iyi bilinen ve kabul edilen “kıraat farklığı” meselesini kendi görüşüm açısından delil saymaktayım… Ayrıca, namazda bir ayette (ayet gurubunda) bir ifadeyi manasını bozmayacak şekilde farklı okusam, bunun namaza bir zarar vereceği kanaatinde değilim. Keza özel durumlarda orijinal lafız yerine tercüme ayetlerle namaz kılınabileceği yönündeki görüşe de kesinlikle katılırım.

 

  1. Aslında bu tartışmanın tarihi kökenine indiğimizde, Kur’an’ın mahluk mu kadim mi olduğu tartışmasına varırız. Allah Resulü zamanında vahiy hakkında bilinen en önemli tartışma: Kur’an ya inananların kabul ettiği gibi Allah kelamı idi veya ona inanmayanların ileri sürüdüğü gibi peygamberin kendi düşüncelerinin ürünü veya başkalarından (kadim inançlardan) öğrendiği sözlerdi… Ne var ki “İslam Düşüncesinin Teşekkül Devrinde” siyasi olayların gölgesinde pek çok kelami veya fıkhi tartışma yapılmıştır.  “Kaynakların ittifakla belirttiğine göre halku’l-Kur’ân meselesi II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmıştır.[2]” Tartışmayı ilk başlatanın kim olduğu konusunda ise pek çok isim zikredilmektedir… Tabi bu önemli değildir. Çıktığı dönemde pek de iyi bir işe yaramamış gözükse de bu tartışmanın çıkması mukadderdi. Açıkçası geçmişte ortaya çıkmış her tartışma için, eğer daha özenli olunsaydı ortaya çıkmaz ve zararlarından da korunmuş olurduk denemez. Tartışmayı uygunsuz bir şekilde ortaya atan kişinin densizliği, suçlu olması ayrı bir konudur. Ama tartışma konuları tarih sürecinde illa ki ortaya çıkacaktır. Yani olan olmuştur, olmak zorundadır. Biz olgunun kendisi ile bir şekilde baş etmek zorundayız.

 

  1. Kafaları karıştıran bir diğer sorun ise kötülük olgusudur. Pek çok kimse yeryüzünde kötülüğün olmasını veya kötülüğe izin verilmesini yüce Tanrı’ya yakıştıramadıkları için Tanrı yoktur savını ileri sürmektedirler. Oysa yarattığı her şeyde maksatlılık ilkesine göre hareket eden bir tanrının başka türlü yapamayacağı ıskalanmaktadır. Eğer her şeyi bir akıl (hikmet) ile yaratan Tanrıdan (Allahtan) söz edeceksek iyiliğin ortaya çıkması için kötülüğe de izin verecektir. Ancak Tanrı, her ne kadar kötülüğe izin verse de kötülüğün bizzat yapıcısı, yaratıcısı değildir. Zira kötülük bir zafiyettir ve tanrı fikri ile uyuşmaz. Tanrının salt iyi olması kaçınılmazdır. Zayıf, güçten yoksun olanlar kötülük yapabilirler. Keza Kur’an’ın hiçbir ayetinde “şer” yani kötülük Allah’a isnat edilmez. Allah kuluna musibet, bela verebilir. Zira bela ve musibet imtihan demektir. Ancak kulunun kötülüğünü istemez. Ona tuzak kurarak kötülük yapmaz. Kimseyi cehennemlik olsun diye yaratmaz…

 

devam edecek…

Orhan Cesur

 

 

[1] 16-Nahl/103

[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/halkul-kuran