Dışındaki dünyayı bilmesi için insanın sahip olduğu aletler nelerdir” diye soran Schumacher[1] cevap olarak: “Sahip olduğu her şey, canlı bedeni, aklı ve kendinin farkında olan Ruhu.” diye cevapladıktan sonra ekliyor: “Descartes’tan beri, varoluşumuzu bile sadece, merkezi kafamızda bulunan düşünme vasıtasıyla bildiğimize inanmaya eğilimliyiz. Düşünüyorum ve böylece var olduğumu biliyorum. Ama her zanaatçı, bilme gücünün sadece kafasındaki düşünceden değil, aynı zamanda bedenindeki akıldan (intelligence) oluştuğunu bilir.” (Aklı Karışıklar İçin Kılavuz, E.F.Schumacher, Mart 2018)
- Sadece düşünenler mi vardır? Bir hayvanı düşünün, mesela bir kuşu… Nice hünerler sergiliyor. Şimdi o var olduğunun farkında değil mi? Avcı veya av olarak hayat mücadelesi veren bir vahşi hayvan, var olduğunun farkında değil mi sizce… Evcil hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkileri düşündükçe veya hayvanların kendi aralarındaki kimi ilişkileri düşündükçe aramızda çok da büyük fark yok gibi gelir bana. Hayatta kalmak için verdikleri büyük mücadeleyi nasıl göz ardı edebiliriz?..
- Var olduğumu başka nasıl bilebilirim? Dışımdaki dünyayı ne kadar iyi algılıyorsam, ne kadar gerçeğine uygun biliyorsam o kadar varım demektir. Bir de kendimi bu dış dünyada ne kadar doğru yere konumlayabiliyorsam ve sahici bir anlam katabiliyorsam o ölçüde varım demektir. Bu tabi olarak kendimi bilmemi de gerektirir. Bir anlamda kendimi gerçekleştirmemle mümkündür var olmam. Ben de varım demek, iz bırakmak, mücadele etmek, üretmekle olur. Sadece düşünmek yetmez yani. Sonra, düşünmek ama neyi?.. Kendisi ve belki yakınları için gelecek planları yapmaktan öteye geçmeyen bir düşünme bizi hayvanlardan ne kadar farklı kılar. Kaldı ki gelecek planlamak kimi hayvanlarda da var zaten. “Ama onlar bilinçli yapmıyor” diyoruz. Sanki biz çok bilinçli yapıyoruz da… Düşünme zafiyeti yönünden ve hatta daha çok duyusal olarak yaşamaları yönüyle hayvanlara yaklaşan insan tiplerini de unutmayalım. Yani bu anlamda insanlar arasında da bir homojenlik yok. Hatta geniş bir yelpaze var. Düşünme, gelecek tasarımı kapasitesi yönünden, yeme içme davranışları yönünden, kendi türü ve diğer türlerle ilişkileri yönünden hayvan mertebesine yakın seyreden o kadar çok insan var ki…
- İnsanı hayvandan bir tık öte bir varlık yapan ve ona kendinin farkında olma becerisi ve imkanı sağlayan şu ruh nemenem şeydir ki?.. Kur’an, “Sana ruhu soruyorlar. De ki “Ruh Rabbinizin emridir. Size (bu konuda) verilmiş olan bilgi pek azdır.<17-İsra/85> diyor. M. Esed bu ayetin çevirisinde ruh için, “ilahi esin” ifadesini kullanıyor. Yine Kur’an’da ruhun melek Cebrail, vahiy ve akıl anlamında kullanıldığını görüyoruz. Ruh insana (mecazi olarak) üflenen bir şey. Ama kanaatimce ruh insana bir defada ve sabit miktarda verilen bir şey değil. Peyderpey, insanın kendini gerçekleştirme çabasıyla orantılı olarak… “Descartes’a göre düşünen şey, aynı zamanda zihindir, ruhtur. Çünkü o, zihni ruhla ya da akılla düşünmeden hiçbir zaman ayırmaz.[2]”
- Geleneksel ilmihal, “iman şüphe götürmez” der.. Nedense itiraz etmeden hepimiz bu tanımı kabul ederiz. Bize pek doğru görünür. İman bir şahitlik ise şüpheler içinde kesin bir şahitlik olur mu? Elbette olmaz. Ancak burada sözünü ettiğimiz iman olgusunun nesnel bir şahitlik olmadığıdır. Her zaman içinde müphem noktalar barındıracaktır. “Bir kimse %99 inansa ve %1 şüphe etse o iman etmemiş sayılır” Acaba gerçekten öyle midir? Bana bu tanımı Rene Descartes yapmış gibi gelir. Yani imanda nesnel bir kesinlik mi ararız. Oysa imanın kesinliği, içindeki akliliğin, delile dayalı olmanın yanı sıra bir yönüyle sezgisel olarak kavranan gerçeğe teslim olmak anlamına gelmesinden dolayıdır. Nihayet ortaya koyacağınız bütün deliller bir başkası açısından matematik önermeleri gibi kesinlik veya fiziksel dünya gibi bir somutluk taşımaz. Nihayet iman gayb olana imandır. Ayrıca iman hakikati bilmekten ziyade hakikate teslim olmaktır. Dolayısıyla hayatın akışı içinde imanınızın zaman zaman sarsılması gayet normaldir.
- İman açısından asıl sorun şüphe içermesi değildir. Bütünlük içermemesidir. Sahih bir iman parçalanma kabul etmez. Tasavvur planında tevhidin (birliğin, bütünlüğün) sağlanması ve Allah’a yöneltilmesi esastır. Kur’an açısından şirk insanın fikri ve eylem gücünü zaafa uğratan, bütünlüğü yok eden bir tasavvurdur. Kur’an derki, “…Kim Allah’a şirk koşarsa gökten düşmüş de onu kuşlar kapmış ya da rüzgâr uzak bir yere sürüklemiş gibi olur.” <22-Hacc/31> Yani şirk organik bütünlüğünüzü parçalar ve bu şekilde üretici bileşke güç oluşturamazsınız. Şirk içinde davranışlar sergileyen insanın azalarının eylemeleri faydalı bir iş (iyilik) üretmez. Şirk Allah’a bir zarar verdiğinden dolayı yasaklanmaz. Şirkin asıl zararı müşrikin kendisine ve nihayet içinde yaşadığı toplumadır.
- İslam nesnel kesinlik dini değildir. Teslimiyet dinidir. Ben Muhammed’i (as) görmedim, çağdaşı olmadım. Onu gören birini de tanımadım. Onun getirdiği mesaja yine de inandım. Peki bu iman nesnel bir kesinlik üzerine mi oturur. Elbette hayır. Peki ben imanda delil olmaz mı diyorum? Hayır bunu da demek istemiyorum. Burada iman üzerine böyle konuşmaya cüret edebiliyorsam zaten benim delillerden kaçtığım söylenemez. Keza imanı, fala astrolojiye inanmak gibi bir şey olarak tanımlamayı asla istemem. İmanın ilim ile ve imanın akıl ile arasını ayırmak da istemem ve bunu muhal görürüm. Peki, inkarda şüphe olur mu?.. Belki diyeceksiniz ki, zaten şüphe ettiği için inkar ediyor… Ama bu doğru değil. Aslında inkar edenin şüphesi de ancak iman edenin ki kadardır, daha fazla değil. Bakın ayet bize ne diyor!..
“Daha önce kendilerine vahiy verdiklerimiz, onu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar: Ancak bilin ki, onların bazısı hakikati bile bile örtbas eder.”<2-Bakara/146>
- Zaten inkarın gerçekleşmesi (kafir olunması) için önce idrakin gerçekleşmesi gerekir. Sonra bazımız bilebile tasdik ederken bazımız yine bilebile inkar eder. Bilebile tasdik eden için, şüphe edeceği veya bilgisine ulaşmadığı yığınla konu olabilir. Keza bilebile inkar edenin de şüphe duymadığı yığınla konu vardır. Ama sonunda ikisi de bir tercihte bulunur. Bu tercih ve bu tercih üzere ısrar sonucu her ikisinin de malumat alanlarında oldukça büyük farklar oluşacaktır. İman edenin itminan alanı genişlerken inkar edenin itminan alanı daralacaktır. Zira akıl (ruh) insana peyderpey verilen bir şeydir. Elindekinin hakkını veremeyen birine yenisi niçin verilsin ki?…
- Müslümanın gelecek tasarımında da kesinlik elde etme çabası yoktur ve olamaz. Geleceği her yönüyle kesin olarak planlama tasavvuru, Allah yokmuş gibi algılamak ve düşünmek manasına gelir. Bu da Müslüman tasavvuru olamaz. Müslüman yarının ne getireceğine dair öngörü sahibi olabilir ancak hiçbir öngörüye kesin gözüyle bakamaz. Zira bilir ki hayata her an müdahil olan bir tanrı vardır.
- Şu halde bazı insanlar neden ille de imanın gözlerine sokulmasını beklerler ki?… Yani Muhammed (as) gerçekten peygamber idi, Kur’an hak kitaptır noktasında şüpheleri varmış gibi yaparlar. Sanki Muhammed’in çağdaşı olsalar durum farklı mı olacaktı onlar için? Hayır, asla değil. Aslında değişen fazla bir şey olmayacaktı. Muhammed’in çağdaşı bir yığın insan türlü mazeretlerle ona iman etmekten (teslim olmaktan) geri durdular… Ne söyleyelim, bu onların hakkı. İnsanlar bilmezler mi ki Allah istese insanların tamamını iman eder hale getirir.[3] Zaten gelecekler de… Ama iş işten geçtikten sonra… Onlara bu iman fayda vermeyecek.[4]
Orhan Cesur
______________________________________
[1] E. F. SCHUMACHER: (‘Şumaher’ diye okunur) Almanya’da doğdu. 1930’da Ox/ord New College’de ekonomi tahsiline başladı. Yirmi iki yaşma geldiğinde Columbta Üniversitesi’nde aynı sahada ders veriyordu. Uygulama olmaksam teorilerle uğraşmayı tatmin edici bulmadığı için iş hayatına girdi, çiftçilik ve gazetecilik yaptı. Savaş yıllarında bir aralık Ox-ford’da akademik hayata geri döndü. 1946-50 arası Almanya’daki “British Control Comission”da, 1950-70 arası da “National Coal Board“ta ekonomik danışmanlıklarda bulundu. “Intermediate Technology Development Group Ltd.”i kurdu ve yönetti. 1977’de öldü.
[2] ALTUNER İlyas, “Kartezyen Düalizm ve Ruhun Kavramsal Değişimi, 2013” http://sosbilder.igdir.edu.tr/Makaleler/1150289976_04_Altuner_(55-67).pdf
[3] [İşte bunun gibi] Rabbin eğer öyle olmasını dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes topyekun imana erişirdi: Hal böyleyken, insanları inanıncaya kadar zorlayabileceğini mi sanıyorsun,<10-Yunus/99, M. Esed meali>
[4] Bunun içindir ki, insanları, azabın başlarına geleceği Gün için uyar; o Gün ki, zulmedenler: “Ey Rabbimiz!” derler, “Bize kısa bir süre daha ver ki Senin çağrına icabet edelim; Senin elçilerine uyup peşlerinden gidelim!” [Fakat Allah da onlara:] “Siz bir vakitler kıyamet gibi, ceza gibi bir şeyin sizin için söz konusu olmadığına yemin edip durmuyor muydunuz?” [diye karşılık verecektir].<14-İbrahim/44, M.Esed meali>