Güneysu İlim Öğrenenlere Yardım Vakfı Ulusal Kültür Ödülleri II 2019

Orhan CESUR

ocesur@gmail.com

Makalenin pdf formatı

ÖZET

Küresel kültür, milli değerler etrafında oluşmuş kolektif bilinç alanlarını çözerek insanlarımızı bireyselleştirmektedir. Bireyselleşen insanımız, bu alanlardan onay alma gereği duymadan bağımsız hareket eder hale gelirken aslında hastalıklı yeni bağımlılıklar geliştirmektedir. Bu alanlardan biri olan aile kurumu bugün en önemli sorun olarak karşımızda durmaktadır. Aileyi korumaya çalışan kesimler gelenekten devraldığı değerleri gençlerine nasıl aktaracağı konusunda kafa karışıklığı içindedir. Zira yeni neslin irtibat kurduğu çevre oldukça genişlemiş durumdadır. Aile sorunlarını ele alacaksak modernleşme sürecinin bizi getirdiği küresel kültüre eklemlenme olgusunu, bu olgunun ne gibi tehditler içerdiğini ele almak zorundayız. Aile, mahalle, köy gibi toplumsal birimlerin kendilerine has koruyucu, kollayıcı, yönlendirici kolektif bilinç alanları oluşturmasının önemini; bireylerin artık kolektif bilinç alanlarından onay alma ihtiyacı duymamaları olgusunu tartışmak durumundayız. Keza kadın hakları bağlamında yapılan her tartışmanın bir şekilde aile ile ilişkili olduğunu değerlendirmek durumundayız.

Anahtar Kelimeler: Kolektif Bilinç, Okul Olarak Aile

GİRİŞ

Modernleşme serüvenimiz aynı zamanda sosyal bilinçlerimizi yitiriş serüvenidir. Ümmet bilincini millet bilincini; giderek şehir, mahalle, aile bilincini… Yerine ikame edilmeye çalışılan ithal bilinçlerin bu topraklarda gerçek anlamda harç olmasının imkânı yoktu, olmadı da. Başlangıçta iyi niyet olsa bile ne yazık ki modernleştirme çabalarının sonu küresel tüketim kültürüne eklemlenmek olmuştur. Küresel kültüre açık hale getirilen bir toplumun eğitimde milliyetçi söylemler içeren hedefler koyması sonucu değiştirmemektedir. Bu durum kabak ekipte karpuz niyetine sulama yapmak gibi abes bir şeydir. Keza toplumsal ve kurumsal geleneklerini çağın ihtiyaçlarına uygun bir biçimde ıslah edemeyen veya yenisini üretemeyen toplumların kendilerine has bir toplumsal bilinci sürdürmelerinin imkânı kalmaz. Yeterli güvenlik önlemi almadan bilinç alanlarınızı paylaşıma açma sonucu uluslararası yazılım korsanları tarafından bütün şifreleriniz kırılacak bilinç alanlarınız küresel kültüre uygun bir şekilde yeniden formatlanacak, tüketici olmaktan öteye geçemeyeceksiniz. Kendinize has bir toplumsal kimlik oluşturmanıza asla müsaade etmeyecekler. Toplumsal bilinçlerin, özellikle aile bilincinin yitirilmesiyle fertleriniz, başıboş kalan kuzular gibi kurtlara yem olacaktır. Bu alanda mücadele etmeyi terör örgütleri ile mücadele etmekten daha fazla ciddiye almak gerekir. Zira bu alandaki terörün[1] sonuçları çok daha vahimdir.

Son zamanlarda ‘Kadına Yönelik Şiddet,’ ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği,’ ‘İstanbul Sözleşmesi[2]’ gibi konular etrafında yapılan tartışmalar ne kadar kırılgan bir zeminde olduğumuzu göstermektedir. Giderek artan oranda deneyimlediğimiz sosyolojik kargaşa kültürel yozlaşmanın da tabii sonucudur. Gelenekten devraldığı değerleri gençlerine nasıl aktaracağı konusunda kafa karışıklığı yaşayan kesimler aile yapısını korumaya çalışsalar da yeni neslin irtibat kurduğu çevre oldukça genişlemiş durumdadır. Toplumun önemli bir kesimi ise zaten modernleşme sürecine gönüllü olarak katılmış ve küresel kültürün önüne koyacağı her tür yeniliğe açık pozisyon almıştır. Bu kesimler sosyal ve ekonomik açıdan nispeten geniş imkânlara kavuşmuş olduklarından modernliğin faydasını gördüklerine hayli inanmışlardır.

Maruz kaldığımız toplumsal çözülmeyle ortaya çıkan boşluğu küresel kültür doldurmaktadır. Bireyselleşen insanımız, içinde yaşadığı toplumdan, mahalleden, aileden onay alma gereği duymadan bağımsız hareket eder hale gelirken aslında hastalıklı yeni bağımlılıklar geliştirmektedir. Zira “hayat boşluk kabul etmez” ilkesi fiziksel olgulara işaret ettiği kadar sosyolojik olgular içinde geçerlidir. Patolojik bireyselleşme geçiren fertler, sanal bilinçler, sanal kimlikler üzerinden duygusal olarak yönlendirildiği gayet açık olmasına rağmen içinde bulunduğu hali özgürlük olarak savunmakta ve sadece kendi duygu ve düşüncelerine göre hareket ettiği zehabına kapılmaktadırlar.

2007’de Şerif Mardin’le (1927-2017) başlayan ‘mahalle baskısı’ tartışmaları, sosyolojik olguya dönük bir tespit olmaktan çok siyasi malzemeye dönüşmüş ve kolektif bilinç kavramını da olumsuz kılmıştır. Oysa Mardin, Osmanlı’da mahallenin cami etrafında oluşmuş sosyolojik bir birim olduğunu; Cumhuriyet’le birlikte caminin yerini alan okulların iyiye, güzele ve doğruya yönelik derinlemesine felsefeler üretemediğini vurgulamaktadır.“…Avrupa’da insanlar dindar olsun olmasın, iyiye, güzele ve doğruya dair felsefe üretmişlerdir. Binlerce sayfa yazı üretmişlerdir. Bizim Cumhuriyet öğretimizde iyi, doğru ve güzeli derinlemesine araştıralım diye bir şey yok. Orada binlerce sayfa tartışma bulamazsınız.” (Radikal, 2008)

Şu halde bütün suçun küresel kültürde olduğunu da elbette söyleyemeyiz. Milli değerlerimiz etrafında oluşmuş, gelenekten devralınmış veya modernleşme sürecinde geliştirilmiş kolektif bilinçlerin ne kadar makul ve realiteye uygun olduğunu da ele almak durumundayız. Zira oluşturacağı baskının makul olması için kolektif bilincin bizzat makul ve çağın ihtiyaçları ile örtüşür formda olmasının icabı gayet açıktır.

AİLE VE KOLEKTİF BİLİNCİN ÖNEMİ

Aile de tıpkı millet gibi belirli bağlar ile bağlanmış topluluğu ifade eder. Aile küçük millet, millet büyük ailedir. Aile fertlerini birbiri ile bağlayan ilk ve en önemli bağ kan bağı olsa da aile bütünlüğünün devamı için yeterli değildir. İnanç, umde birliği; anne/baba olma, abla/abi, kardeş olma; ortak yaşam ve duyguların paylaşımı yoluyla kurulan arkadaşlık bağları da aileyi bir arada tutan önemli bağlardır. İşte bu bağların oluşturduğu koruyucu, gözetici çatıya, aile olmanın kolektif bilinci diyebiliriz. Aile bu bilincin ürettiği çekim alanı, cazibe sayesinde fertlerini başka cazibelere kaptırmaz. Ve fert kendi ailesi ile olan bağlarını koparmadan başka aile fertleri ile kovalent bağlar[3] kurabilir; bir serbest elektron gibi serseri akımların etkisinde sürüklenmez.

Aile insan varlığının ve soyunun şartı olduğu kadar insan sosyalleşmesinin en tabii kurumudur. İlişkiler yönünden farklılıkları olsa da aile, insanlığın en temel hakikatidir. Kur’an insan tekinin ancak bir eş ile sükûn bulacağını ifade eder.[4] Ayrıca Kur’an ailenin korunmasını emreder.[5] Evlenme, boşanma, ailenin gözetilmesi, eşler arası ilişkiler bağlamında Kur’an’da onlarca ayet aile ile ilgilidir. Oysa toplumların gündemini sürekli meşgul eden devlet yönetimi Kur’an açısından bu kadar önemli bir mevzu değildir. Kur’an aileden kaynaklı akrabalık bağlarını gözetmemizi ister. Aile neslin devamı bağlamında oluşmuş bir birliktelik olmaktan daha fazla inanç, amaç, duygu, din birlikteliğini de ifade eder.[6] Nuh(as) iman etmeyen, gemiye binmeyen oğlu için duadan men edilmiş ve “…o senin ailenden değil…[7]” diye uyarılmıştır. Yani, “o senin iman ailenden değil.” Ancak duygu ve düşünce birliğinin oluşmadığı durumlarda bile Kur’an aileyi oluşturan diğer bağların korunmasını istemiştir. Kur’an iman etmeyen, hatta imana baskı uygulayan anne babaya dahi saygılı olmaya ve dünya işlerinde onlarla iyi geçinmeye davet eder.[8] Aile sadece kan bağının oluşturduğu bir topluluk değil aynı zamanda duygu ve düşünce birliğinin tesis ettiği bir üst bilinç alanıdır. Ailenin korunması özellikle onun bu yönüyle ilgilidir. Bu bilinç, aile fertlerinde dengeli sosyalleşmeyi sağladığı ölçüde, medya üzerinden veya yaşam çevresinden patolojik bağımlılıklar geliştirmesine engel olacak ve yoldan çıkmaya karşı koruyacaktır.

Aile etrafında illa ki zayıf/güçlü bir kolektif bilinç oluşur ama önemli olan hak ve adalet temelinde, değer sıralamalarının doğru yapıldığı ve ferdin fikri ve sosyal gelişimini haksız bir şekilde baskılamayan ve milli bütünlüğü de gene hak ve adalet temelinde destekleyen bir kolektif bilinç oluşturmaktır. Şu halde kolektif bilincin salt varlığını değil sağlıklı bir zeminde oluşmasını da gözetmek durumundayız. Bazen bir fert başka bir fertle olan sorununda açıkça haksız olduğu belli olmasına rağmen ailesi tarafından da kuvvetli bir şekilde desteklenir. Böylesine körü körüne sürdürülen bir aile asabiyeti bizim arzu ettiğimiz kolektif bilinç olamaz. Keza bazen de aile asabiyeti toplumun (büyük ailenin) zararına bir şekilde çalışır ve aile fertlerinin kamusal suçlar işlemesine göz yumulur ki biz bunu da arzu edilen bir kolektif bilinç olarak göremeyiz.

Durkheim’a (2004) göre Toplumsal olgular bireyin bilinçleri dışında var olan, kendine özgü bağımsız bir gerçekliğe sahip ve kendilerini bireye zorla kabul ettiren olgulardır. Bu olguların kimisi kurumsal yapılar gibi, nüfus gibi maddi olgular iken kimi de ahlaki kurallar, kolektif bilinç gibi olgulardır. Bilinç kavramı bireyin ahlaki tutumuna atıfta bulunduğu halde kolektif bilinç bireyin dışında, baskısını hissettiği normatif düzeni ifade eder. Ona göre toplumsal bilinç, bir toplumun bireylerindeki ortak inanç ve duyguların bütünüdür. Ve bu bütün kendine has yaşantısı olan belirli bir sistem oluşturur. Toplumsal bilinç, bireysel bilinçlerdeki inanç ve duygular sayesinde oluşur ancak kendi yasalarına göre evrilir ve yalnızca bireysel bilinçlerin sonucu değildir. Toplumsal bilinç  bireylerin içinde bulunduğu özel koşullardan bağımsız olarak vardır. Bireyler geçicidir o kalır. Toplumsal bilinç, ancak bireylerle gerçekleştiği halde, bireysel bilinçlerden bambaşka bir şeydir. O, toplumların ruhsal tipidir, tıpkı bireylerdeki gibi kendi özellikleri, kendi varoluş koşulları kendi gelişme tarzı olan tam bir tiptir” (Ergün, 2010) Bergson’dan ve Durkheim’den çok etkilenen Ziya Gökalp aynı kavram için ‘Maşeri Vicdan’[9] İfadesini kullanır. (Sağlam, 2014)

Geleneksel toplum yaşamında güçlü olan kolektif bilinç, işbölümün arttığı karmaşık ilişkilerin oluştuğu modern kent yaşamında daha az önemlidir.[10] Modernlik, sürekli değişimi, farklılaşmayı beslediğinden insanlar arasındaki iletişim öyle hızlı ve mesafeli bir hal almıştır ki sosyal ilişkiler giderek zayıflamıştır. Durkheim modern toplumda ‘anomi’nin[11] gelişebileceğini öngörmüş ve çözüm olarak da kolektif bilincin geliştirilmesini önermiştir. Lakin içinde yaşadığımız post-modern dünyada insanlar tam bir normsuzluk ve giderek nihilizmin kucağına sürüklenirken buna çare olabilecek bir kolektif bilinç alanı da neredeyse kalmamıştır. Kolektif bilincin yerini, bireyleri uzaktan ve duygusal olarak yöneten yeni medya almıştır. Buna karşın, kimi korunaklı kırsal bölgelerde yaşatılmaya çalışılan girişimler ve aile kurumu kolektif bilinç alanı olarak yegâne umudumuz ve son kalemizdir.

İslam’da Kolektif Bilinç

Kur’an derki “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Al-i İmran/104) Kur’an’ın öngördüğü toplum kendine has bir kimlik sahibidir. Oluşturacağı baskı grupları/kurumları eliyle fertlerinin yoldan çıkmasına engel olur, caydırıcılık oluşturur. Baskı grubu ya da kurum derken kastımız örfe[12] ve İslam’ın ilkelerine uygun algı ve kabullerin kişiler üzerindeki manevi tesirlerini, mesela ‘mahalle baskısını,’ yazılı veya yazılı olmayan kurallar eliyle oluşan ve kişilere tesir eden atmosferi, kolektif bilinci, kamuoyunu kastediyorum. Mesela infak için oluşturulmuş ‘askıda ekmek,’ ‘sadaka taşı’ gibi davranış kalıplarını bir çeşit ‘kurum’ olarak nitelemek istiyorum. ‘Baskı’ denince bunun ille de olumsuz anlaşılması gerekmez. Kim baskının iyisi olmaz derse iyi düşünmeden konuşmaktadır. Mesela cemaat halinde yapılan ibadetlerin işlevi toplumun fertleri üzerinde, toplumun kimliği üzerinde koruyucu ve kollayıcı olmaktır. Bu sebeple de dinde cemaat halinde yapılan ibadetlere ayrı bir önem verilmiştir. Cemaatle kılınan namazlar, namaza karşı gevşek kişiler için bile kolay ve teşvik edici gelir. İşte bu teşvik cemaate hâkim olan kolektif bilincin fert üzerindeki olumlu tesiridir. Kur’an İbrahim peygamber(a.s.) için “tek başına bir ümmet[13]” ifadesini kullanır. Kanaatimce ona bu vasfın verilme nedeni yukarıdaki ayetin hükmünü tek başına uygulamasından dolayıdır.

Kötülüğün olması anlaşılabilir bir olgu olmasının yanında olabildiğince gizli kalması esastır. Kötülüğün görünürlüğü, normalleşmesine, giderek tasavvurların bozulmasına ve böylece selim aklın ortadan kalkmasına neden olur. Görünür olan kabahatler, hoş görüldükçe normalleşir ve yaygınlaşır. Günahın yaygınlaşmasını insanın kabul edilebilir bir tercihi olarak değerlendirmek ve engel olmamak samimiyetsizlikten değilse ahmaklıktan kaynaklanıyor demektir. İyiliği emretmek, kötülüğü men etmek İslam toplumu için kaçınılmaz bir vecibedir. İslam toplumu için günahın kişisel düzeyde kalması, teşvik edici olmaması, hele-hele toplumsal baskı oluşturacak düzeye asla ulaşmaması esastır. Bu itibarla kişilerin kabahatleri araştırılmaz ancak, kabahatlerin açıklanması veya açıktan yapılması suretiyle normalleştirilmesi hiç kabul edilemez.

Klasik kültür ferdin toplum içinde kimliğini yok etmesini öngörür. Dini normların da bunu öngördüğü düşüncesi yaygındır. Post modern kültür ise berikinin aksine ferdin özgürlüğünü azmanlaştırır. Toplumun kimliği yok hükmündedir. Birincisinde toplum adına oluşturulan kolektif kimlik baskısında fertler kimliksizleştirilirken ikincisinde ferdi özgülük adına şişirilen arzuları üzerinden istismara maruz kalırlar. Bu bağlamda İslam’ın ‘Vasat Ümmet’ kavramını öne çıkarışını daha iyi anlayabiliriz. Kur’an Müslüman toplumunu, hakikate şahitlik yapacak vasat ümmet (dengeli toplum) olarak niteler: “Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum olmanızı istedik ki [hayatınızla] tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız…[14] İslam ne ferdin toplum için feda edilmesini ne de ferdi özgürlüklerin toplumu ifsat edecek boyutta genişletilmesini öngörür. Erdoğan’ın da (2010) işaret ettiği gibi, Kur’an’ın asli muhatabı tek tek insanlardır. Kur’an gerek inanmaya çağıran gerekse ödevler yükleyen ayetlerinde genellikle fertlere hitap eder. “Kur’an’ın çoğu hitap ifadeleri ‘Ey insanlar!’, ‘Ey mü’minler’ şeklindedir ve bunlarla kastedilen herhalde istisnai durumlar dışında bireyüstü kolektif bütünler olmayıp, tek tek kişilerdir.” İnsani sorumluluklara ve insanın özgürlüğüne sürekli vurgu vardır. Ancak bu ferdin kimliğini, biricikliğini ve sorumluluğunu vurgu içindir. Yoksa topluma karşı bireyciliğin kollanması değildir. Esas itibariyle ne liberalizm ne de sosyalizm İslam’ın karşıtı veya müteradifi değildir. Ancak bir hakikatin iki ayrı veçhesi olarak her iki doktrinin de İslam’dan onay alan vurguları vardır.

MODERNLİĞİN PARADOKSLARI VE AİLE ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Modernlik, ortaya çıktığı topraklara ait sosyolojinin açmazlarını taşıdığı ölçüde sorunları da getirdi. Doğduğu topraklara hâkim olan dini normlara tepki olarak ortaya çıktığı için din olgusunu tamamen yadsıyarak, fıtratın korunması gözetilmesi adına kendine rehberlik edecek bir felsefi yaklaşımdan da yoksun kaldı. Teknolojinin yardımıyla tabiat üzerinde kurduğu hâkimiyet sayesinde yaşamındaki konforu giderek artan modern insan daha fazla bireyselleşti ve sorumsuzlaştı. Bireyciliğin bu denli gelişmesine karşın toplumu koruyacak olan, bir kısmı gelenekten miras ahlak ve tutumdan, bir kısmı ise modernizm idealine dayalı ‘mekanik ahlaktan[15]’ beslenen kolektif bilincin de toplum üzerindeki etkinliğini giderek yitirmesiyle, toplumu istediği kıvama göre yoğuran küresel tüketim kültürü[16] doğdu. Bu sürecin en önemli sonuçlarından birisi kuşkusuz aile kurumunun çözülmesi ve giderek önemini yitirmesi olmuştur. Cep telefonları ve sosyal medyayı da içine alan yeni medya, bu kültürün hem okulu hem operasyon aracıdır. Yeni medya üzerinde arzı endam eden çoğu program, film, reklam, haber adeta aileye düşmanmış gibi; doğrudan veya dolaylı olarak aileyi ve evlilik kurumunu gözden düşüren bir söylem kullanılarak sunulmaktadır.

Loo ve Reijen (2014) modernleşmeyi aslında her biri farklı iki yüze sahip birer madalyon olarak niteledikleri; ‘farklılaşma’, ‘akılcılaşma’, ‘bireycilleşme’, ‘evcilleştirme’ olarak adlandırılan dört farklı paradoksa indirgeyerek anlatırlar. Mesela farklılaşma paradoksu zahiren çelişkili etkilere sahip sosyal-yapısal bir süreçtir. Yapısal farklılaşma, toplumsal birimlerin daha küçük alt birimlere bölünmesiyle bir yandan ölçek daralmasını içerirken diğer yandan bütünleşme sürecini yani ölçek genişlemesini de içerir. İletişim araçları sayesinde dünyanın öbür ucundaki olayları dahi takip edebilirken komşularımızın, hatta bazen yakın ve akrabalarımızın başına gelenlerden habersiz olabiliyoruz. İşte bu paradokstan aile de toplumsal bir yapı olarak nasibini almaktadır ve bireylerin ilgisi daha geniş ölçeklere uzanırken kendi ailelerine karşı ilgisiz kalabilmektedirler. Aile bağlarının önemsiz addedilmesi sonucu önce geniş aile çekirdek aileye evirildi. Günümüzde yaşanan ise ailenin yöneltme hakkının ve sorumluluğunun dışlanması ve giderek çekirdek ailenin dahi gereksiz gibi görülmesidir.

Loo ve Reijen (2014), farklılaşma paradoksunun sonucu olarak ailenin işlevinin diğer kurumlara devredildiğini ifade ediyorlar. “Modern toplumda, bu sosyal birimlerin görevleri aşamalı olarak ayrışmıştır: Birçok uzmanlaşmış kurum ve profesyonel kişiler, devletle sıkı bir ilişki içinde, ailenin klasik görevlerini devralmışlardır. Artık eğitim, terbiye ve danışmanlık gibi faaliyetler ailenin görev alanı içinde değildir. Kısacası, ailenin geniş ve fazla uzmanlık gerektirmeyen işlevleri sınırlandırılmış ve birçok uzman kuruma dağıtılmıştır.

Diğer bir paradoks ise bireycilleşme paradoksudur. “…modern birey, görece büyük bir eylem özgürlüğüne sahiptir… Özellikle sosyal ilişkilerin hiç kimseye veya hiçbir şeye bağlı olmadan düzenlendiği durumlarda büyük bir özgürlük hissi vermektedir. Kişi kendisini, kendi yazgısının efendisi olarak görmektedir.” diyen Loo ve Reijen (2014) buradaki paradoksa da “Aynı zamanda, geleneksel değerlerin ve kurumların (ve tabi ailenin) işlev görmediği bir toplumda, bireyin kendi kimliğini koruması giderek zorlaşmaktadır.” diyerek dikkat çekmekteler.

OKUL OLARAK AİLE

Yabancı bir ülkede doğan ve büyüyen bir çocuk, değerlerine bağlı bir aile ortamında kendi milletinin dilini ve kültürünü büyük ölçüde öğrenecektir. Bu özelliği ile ailenin meskûn olduğu ev bir milletin ülkesi; o evde, iyi ilişkilerle kurulan yuva ortamı ise okul hükmündedir. Fert, toplumunun değerlerine, kültürüne ait ilk bilgilenmesini bu okulda edinir. İlk ve en önemli eğitim kurumu ailedir. Ferdin aidiyet hissi ile ilk bağlandığı ve sosyalleştiği yerdir aile. Bencil doğan çocuk, paylaşmayı burada öğrenir. Ancak her okul gibi ailenin de kendi vasfından ve sorumluluğundan haberdar olması ve ona göre donanması gerekir. Mesela sosyalleşmenin gereği olarak, çocuğun kardeş gibi uygun paydaşlarının bulunması gerekir. Keza çocuğun büyük aile bilinci ile yetişmesi için büyük annelerin/babaların, amcaların/dayıların, halaların/teyzelerin vb. tüm yakınların harmanlandığı bir ortamın oluşması gereklidir.

Ana sınıfı ve ilköğretimin ilk kısmının topluma hazırlama, sosyalleşme anlamında bir eğitim özelliğini ve sorumluluğunu taşıdığı gayet açıktır. Ancak çoğunlukla sanıldığının aksine orta öğretimin ve sonrası öğretim süreçlerinin asıl işlevi eğitim değil, öğretimdir. Bu kurumlarda eğitim daha çok, öğrenilen konuların beceriye dönüşmesi ile ilgilidir. Ancak öğretici, bilgi ve becerisi ile olduğu kadar ahlakı ile de öğrencinin önünde her daim bir rol model olduğu için bu okullarda da hala bir davranış veya karakter kazandırma anlamında eğitimden söz edersek de bu, ikincil veya bir anlamda yan işlev olarak ortaya çıkar. Ne yazık ki yıllardır eğitim camiamız ortaöğretim kurumlarını ve hatta yüksekokulları bile eğitim kurumu gibi düşünerek ve vurgulayarak hataya düşmektedirler. Her şey bir yana bu durum onların kuruntusu olmaktan öteye geçmemektedir. Zira bu kurumlarda vurgulanan milli kültür kazandırma hedeflerine rağmen neslimizin geleneksel, milli kültüre göre yetiştikleri söylenemez. Aydoğan’ın dediği gibi: “…Günümüz toplumlarında, eğitim etkinlikleri yoluyla kültür aktarılmasının bir temenniden öteye geçmediği de ortadadır. Bu anlamda postmodern yaşamın kendine özgü dağınıklığıyla, esasında ortada aktarılacak bir kültürden de söz etmek olası değildir.” (Aydoğan,2017)

Anne babalar kendi uhdelerindeki velayet hakkını okula veya öğretmene devretmektedirler. Oysa günümüzün okulları en çok modernliğin tarihi kadar eskiyken aile okulu insanlık kadar eskidir Okulların eğitim kurumu olma özelliğinin fazla vurgulanması aslında büyük ölçüde modern devletin vatandaşlarına ideolojik eğitim yaptırma refleksinden kaynaklanır. “Kültürel değerler, toplumun geleneksel değerlerinden daha çok devletin ideolojisinin aktarıldığı bir örgüye dönüşmüş; bugün kuşaklara aktarılan da bu değerlerden oluşmaktadır.” (Aydoğan, 2017) Esasen bütün vatandaşların zorunlu eğitimden geçirilmesi, eğitimin devlet kurumu haline gelmesi modern devlet ile gelen bir özelliktir. Ve günümüzde bütün modern devletler eğitimi varlıklarının ve ideolojik aktarımın temel unsuru olarak görürler. Brogan, toplumsal değişme aracı olarak eğitimi görmektedir. Örnek olarak da Amerikan okullarını vermektedir: “Okul …. muazzam heterojenlikten homojen vatandaşlığı sağlamaya çalışan kurumdur. Ortak dil, ortak alışkanlıklar, hoşgörüler, ortak siyasal ve ulusal inanç yaratmaktadır. Burada görüldüğü gibi Amerikan kamu eğitimi, toplumsal değişmenin bir aracı durumundadır. Amerika gibi bir çok etnik gruptan oluşan bir toplumda okulların bu işlevleri toplumsal değişmeye bir aracılık durumunu almaktadır. Birçok farklı grupların okullar yoluyla standart, tek bir Amerikan kültürü yaratmaları, onların deyimiyle bir potada eritmeleri olayı ise bir toplumsal değişme göstergesidir.(Sağ, 2003) Ne var ki, içinde bulunduğumuz postmodern dönemde eğitim, sadece devletin veya milli bir unsurun elinde ve etkisinde değildir. Eğitim artık küresel baskın güçlerin ve küresel kültürün elindedir. Bu kültürün kamusal alanı haline gelmiş olan yeni medya üzerinden ilişmedikleri fert kalmamaktadır.

Klasik kültürde ebeveyn-çocuk arasında aşılmaz mesafeler söz konusu olabilirken günümüz kültüründe de bu mesafe tamamen yok edilmiştir. Çocuklar kendilerini haklar yönünden anne babalarından aşağıda görmezken sorumluluk yönünden bir değerlendirme yapma gereği duymazlar. Demokratik olma vurgusuyla evde her şey tartışmaya açık hale gelmiştir. Anne babalar, ya uzaklaştırma kaygısıyla ya da ‘bizim gibi sıkıntı yaşamasınlar’ diye çocuklarının isteklerini reddetmekten kaçınmaktadırlar. “Pek çok anne babanın hayır demekten korkarak her bir aile meselesini sonuna kadar tartışması; çocukların fazla dinlenmesi; kurallar koymak yerine onları anlamaya çalışması sonucunda yönünü şaşırmış bir çocuk karakteri ortaya çıkmaktadır.” (Aydoğan, 2017)

SONUÇ

İyiliğin baskısını kabul etmezseniz kötülüğün baskısı kaçınılmazdır. İyiliğin/kötülüğün ölçüsünün ne olduğu başka bir bağlamda elbette tartışılabilir. Burada şu kadarını ifade edelim ki kişinin kendisinin deklare etmediği bir normun baskısına maruz bırakılmaması esas olmalıdır. Ancak her normun kendisini korumak için evrensel aklın kabul edeceği ölçülerde baskılar oluşturması da gayet anlaşılır bir olgudur. Hatanın/günahın alenileştirilmesi kadar toplum için tehlikeli bir şey yoktur. Aleni olma yoluyla normalleştirilmiş olan günah akılları baskı altına alır ve giderek insanlar iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıramaz olur. Kötü normlar aklı baskı altına alırken iyi normlar arzuları baskı altına alır ve insanın sapmasına engel olur. Unutulmamalıdır ki insan asla başıboş bırakılmaz. İyiliğin ilişmediği insana kötülük ilişecektir. Fertlerinin ortak duygu ve düşüncelerinden oluşan ortak bilinç aileyi kendine münhasır bir toplumsal yapı haline getirir. Aile çatısında gelişen sağlıklı kolektif bilinç fertlerini, dışardan ilişebilecek marazlı duygu ve düşüncelere karşı koruyacaktır. Koruma, kollama, yöneltme görevi yapamayan bir aile, fertlerin bazı ihtiyaçlarını karşıladığı ortak bir yaşam alanı, otel olmaktan öteye geçemeyecek ve yuva olma niteliği kazanamayacaktır.

Postmodern tüketim kültürünü tanımadan ve ona karşı bir savunma geliştirmeden hiçbir toplumsal sorunu çözemeyiz. Modernlik sonrası bu dönem aynı zamanda bizim için de bir fırsat olarak algılanmalıdır. Zira insanlığın bu çürütücü dönemden yeni arayışlara yönelmesi yakındır. Devletlerin eğitim üzerindeki etkinliklerinin zayıflaması ailenin okul özelliğinin bir kez daha önem kazanması anlamına da gelmektedir. Günümüzün yozlaştırıcı, yoğaltıcı küresel kültürüne karşı bir tek aile kurumu direnç gösterebilir.

Galip küresel kültür karşısında eziklik hisseden insanımız bir şekilde bu kültüre öykünmekte ve ona yamanmaktadır. Kopamadığı kendi kültürünü de ona aksesuar yapmaktadır. Abdurrahman Arslan’ın dediği gibi, kaybedecek değeri olan kimse nefsi müdafaa halindedir.[17] Ve bu hal onu özgüvensiz gösterir. Tüm gelenekçi kültürler gibi Müslüman toplumlara hâkim kültür de yasakçı ve savunma halinde gözüküyorsa bunun en önemli sebebi kendisini sürekli saldırı altında hissetmesindendir. Bu itibarla geleneği sürdürme çabasındaki aileler de fertlerine bu durumu açıklamalılar ki onlar aileleri ile toplum arasında çatışma yaşamasınlar ve konulan makul yasaklamaları içselleştirebilsinler.

Feminist perspektife yerleştirilmiş sosyolojik çalışmalar çerçevesinde tedavüle sokulan ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ gibi tartışmaların bizi götüreceği yer ailenin daha fazla çözülmesi olacaktır. Cinsiyete dayalı rol paylaşımının sosyal bir inşa olduğu gerekçesiyle toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan kesimler kendi yaklaşımlarının da bir çeşit dışarıdan rol belirlemek olduğunu gözlerden kaçırmaktadırlar. Olguyu sadece bir yönü ile değerlendirmek her zaman ciddi hatalara sürükler bizi. Kadın ve erkeğin fıtri farklılıklarını görmezden gelerek yapılacak rol paylaşımının bizi  başka hatalara götüreceği kesindir. Tartışmanın muhafazakâr kanadının ortaya koyduğu deliller yeterince güçlü olmadıkları gibi dinin sığ yorumlarıyla beraber sunularak bir gericilik örneği olarak algılanır olmuştur. İslam’da kadın, İslam’da aile diye ortaya konan pek çok çalışma, kitap, konferans metni ne yazık ki Müslümanların kendilerine ait sığ yorumlarının, deneyimlerinin tekrarı durumundadır. Kendileri örneklik oluşturamayan Müslümanlar, iki de bir geçmişe gönderme yaparlar. Oysa karşı tarafında aynı dönemden ortaya koyacağı bir sürü malzeme vardır. Böylece toplumun yaşadığı kafa karışıklığı giderilemez. Muhafazakâr kesim savunma refleksi ile tepki verirken sorunun kendi gerçekliğini de işgal ettiğini görememektedir. Zira kendisi de kullandığı kavramsal çerçeve, deliller açısından aslında postmodern kültüre hizmet eder hale gelmiştir. Sorunun dekor olduğunu sanmaktadır. Tatil anlayışı ile iş alışkanlıkları ile aile ilişkilerini düzenleme bakımından aslında tamamen postmodern kültüre uyarlamacı bir yaklaşımı benimserken tek farkı dekordur. Oysa dekor zaten bu kültür için zenginlik unsuru kabul edilir.

Bireylerini koruma, kollama ve yöneltme görevi yapamayan bir aile yok hükmündedir. Ve her yokun yerini diğer bir var dolduracaktır. Zira hayat boşluk kabul etmez. Aile, yetişkin erkek ve kadının bir araya gelip sağlıklı cinsel tatmin yaşadığı ev olduğu kadar çocuklarını sağlıklı bir şekilde yetiştirdikleri en tabi, en temel okul olarak algılanmalıdır. Ve aile kuracak her yetişkin kadın ve erkek kendi birikimleri ve içinde bulunduğu büyük ailesinin ve kolektif bilincin sayesinde anne baba sorumluluğunu taşımayı başarmalıdır. Hayvanlar dünyasında dahi yuva yeni neslin ilk eğitimi aldığı ve kendine yetecek duruma gelinceye kadar korunduğu yerdir. Okul hiçbir zaman ailenin yerini alamaz ve öğretmen asla anne-babanın yerini dolduramaz. Taş yerinde ağırdır. Bir kurumu veya görevi önemsemek diğer bir kurumun veya görevin aleyhine bir söylemle vurgulanmamalıdır.

 

 

____________________________

KAYNAKÇA

  1. Aydoğan, İsmail; ‘Eğitim ve Paradigma, Harf Eğitim Yayıncılık,’ Temmuz 2017, s.43
  2. Cesur, Orhan; ‘Estetik Yoksunluğu’, Fecr Yayınları
  3. Durkheim, Emile; ‘Sosyolojik Yöntemin Kuralları,’ 2004 İstanbul
  4. Ergün, Doğan; ‘Sosyolojik aklın Sosyolojik Eleştirisi ya da Ziya Gökalp’in yeğlediği,’ Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 21. Sayı, 2010, 41·60
  5. Erdoğan, Mustafa; ‘Islam ve Liberalizm: Kısa Bir Bakış’ (Posted in: Serbest Kürsü – 22/09/2010, 12:17 am)  http://www.liberal.org.tr/sayfa/islam-ve-liberalizm-2-mustafa-erdogan,237.php (Erişim Tarihi: 27/11/2019)
  6. Loo ve Reijen, Modernleşmenin Paradoksları, İnsan Yayınları, s.87
  7. İstanbul Sözleşmesi, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi. İstanbul, 11.V.2011
  8. Mardin, Şerif; http://www.radikal.com.tr/politika/mahalleye-ogretmen-geldi-879593/ (Erişim 29/11/2019) veya https://www.memurlar.net/haber/110828/serif-mardin-mahalle-baskisi-kavrami-yanlis-kullanildi.html
  9. Sağ, Vahap; Toplumsal Değişim ve Eğitim Üzerine, Ü. Sosyal Bilimler Dergisi Mayıs 2003 Cilt: 27 No:1 11-25
  10. Sağlam, Serdar; “Ziya Gökalp’ın Sosyolojisi ve Fikirleri Üzerine Düşünceler”, Türk Yurdu Dergisi, Aralık 2014 – Yıl 103 – Sayı 328 https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=412 (Erişim tarihi:27/11/2019)
  11. Teyfurov, Mansur; “Kur’an-ı Kerim’de Aile Yapısı”, Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3 & 4, Nisan-Ekim 2014: 183-200

Dipnotlar

[1] Terörün korku salma anlam ve amacının ötesinde; toplumu fikri kargaşaya sürükleme, ülkü birliğini yok etme anlamına geldiği de unutulmamalıdır.

[2] Sözleşmenin asıl ismi “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi.” Orijinal metindeki ‘domestic violence’, ‘ev içi şiddet’ ifadesi ‘aile içi şiddet’ olarak Türkçeye çevrilmiştir. Evet, bu ifade aile içi şiddet anlamını da içerse de orijinal metin aslında birlikteliğin meşruiyetini gözetmemektedir. Önemsiz gibi görünen bu küçük ayrıntılar kavramlarımızın ve giderek tasavvurumuzun değişmesine yol açmaktadır.

[3] Kovalent bağ bir kimyasal bağ çeşididir. En kısa tanım olarak atomlar veya moleküllerin birbirlerinin elektronlarını paylaşması olarak tanımlanır. Literatürde kovalent bağ kavramı, moleküler bağ olarak da geçmektedir. Bağlarda bulunan elektron çiftleri, elektronları paylaştıkça atomlar arasında oluşan itici ve çekici kuvvetler belirli bir dengeye ulaşırlar. Bu denge kovalent bağ kavramını oluşturmaktadır.

[4] Sizleri bir tek nefisten (döllenmiş yumurtadan) yaratan O’dur. Eşini de o nefisten yarattı ki biri diğerinin yanında rahat etsin. (7-Araf 189, Süleymaniye Vakfı meali.) Sizi tek bir cevherden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de o cevherden var eden, Allah’tır. (Bayraktar Bayraklı meali)

[5] Ey inanıp güvenenler! Tutuşturucusu insanlar ve taşlar olan bir ateşe karşı kendinizi ve ailenizi koruyun… (66-Tahrim/6, Süleymaniye Vakfı meali)

[6] Müfredat’ ta (Ragıb El İsfahani) ‘ehl’ kelimesi, kendilerini bir nesebin veya bir dinin ya da benzer bir şekilde bir zanaatın, bir evin, bir şehrin ya da bir ülkenin bir araya getirdiği kimseler olarak tanımlanır. Kendimize alıştırdığımız hayvana da ‘evcil’ anlamında ‘ehil’ deriz. Atın ehlileştirilmesi gibi…

[7] [Allah:] “Ey Nûh!” dedi, “O senin ailenden sayılmazdı; çünkü iyi ve doğru olmayan bir şey yaptı o. Ayrıca hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şey isteme benden: böylece, sana cahillerden olmamanı öğütlüyorum”. (11-Hud/46, M. Esed meali)

[8] Anan ve baban, hakkında bir bilgin olamayacak şeyi bana şirk koşman için baskı yaparlarsa sakın boyun eğme ama dünya işlerinde iyi geçinmeye devam et. Sen, bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz banadır; neler yaptığınızı size, o zaman bildireceğim. (31-Lokman/15, Süleymaniye Vakfı meali)

[9] Vicdan kelimesini içermesinden dolayı sağlıklı, olumlu kolektif bilince işaret ettiği düşüncesiyle bu makalede başlık olarak  ‘Kolektif Bilinç’ yerine ‘Ma’şeri Vicdan’ ifadesini kullandım.

[10] Durkheim, ilişkilerin ve işbölümünün kendiliğinden ve daha doğrudan gerçekleştiği geleneksel toplum için “mekanik dayanışmalı toplum” ifadesini kullanırken; işbölümün arttığı karmaşık ilişkilerin oluştuğu modern kent toplumu için “organik dayanışmalı toplum” ifadesini kullanmaktadır. Nüfus artışı ve artan işbölümü, her biri ayrı işlevi yerine getiren bu nedenle de aralarında bir bağımlılık ilişkisi bulunan ancak yapısal anlamda farklılaşmış bir toplum doğurmuştur. Böylesine değişken ve karmaşık ilişkilere sahip toplumların nasıl ayakta kaldığı sorusuna Durkheim kolektif bilinç kavramıyla yanıt verir. Durkheim’a göre insan toplulukları bir arada yaşayabilmek için ortak değer, norm ve kurallara ihtiyaç duyarlar. Kolektif bilinç onları işte bu kurallara uymaya sevk edecek olan modeldir.

[11] Anomi, toplumsal denge ve bütünleşmenin bozulduğu durumlarda ortaya çıkan bireysel davranışlardaki kuralsızlık ve normsuzluk durumudur. (Bakınız, Modernizmin Paradoksları)

[12] Sözlükte “iyi olan, yadırganmayan, bilinen, tanınan; peş peşe gelen” anlamlarındaki urf kelimesinin Türkçe’ deki söylenişi olan örf, birçok fıkhî sonucun belirlenmesinde kendisine atıfta bulunulan belli nitelikteki sosyal davranış biçimlerini ifade eder. https://islamansiklopedisi.org.tr/orf#1

[13] İbrahim tek başına bir toplumdu (ümmetti). Allah’a boyun eğerdi, hep doğruya yönelirdi ve müşriklerden (Allah’ı ikinci sıraya koyanlardan) olmamıştı. (16-Nahl/120, Süleymaniye Vakfı meali)

[14] 2-Bakara/143

[15]Allah sevgisi/bağlılığı (iman), yani diğer sevgileri düzenleyici bir güç yerleşmemiş kalpte iyiliğin istikrarlı bir iktidarı yoktur. Böyle bir kalpte kâmil manada bir vicdan inşası yapılamaz. Olsa-olsa toplumsal bir düzen, iyi bir yaşam vaadi ile ikna edilmiş, mekanik bir ahlak inşa edilebilir. Batılı refah toplumlarında olan da budur. Dikkat edin! Bu toplumların fertleri iyi vatandaşlık ahlakına sahipler ama sahip oldukları refahın tarihi sömürge siyasetinin bir birikimi ile gerçekleştiğini fark etseler bile bundan ciddi manada rahatsızlık duymazlar.(Cesur, 2015)

[16] Post-modern kültür

[17] Bir sohbetinde Abdurrahman Arslan’dan işittiğim bir ifade. Allah ona sağlıklı ömür versin.