1. Akademik çevreler, eğitimciler, sözde sanat dünyası, yayıncılar, hukukçular, kanun yapıcılar, siyasetçiler, uygulayıcılar (kamu çalışanları) toplumsal cinsiyet söylemi üzerinden feminist perspektife yönlenmiş görünmekteler. Ne yazık ki toplumda çokça gördüğümüz kötü örnekler bu perspektifin temel malzemesi durumundadır. Bu kötü örnekler İslam adına cinayet işleyen veya bir şekilde böyle algılanması sağlanmış terör örgütlerinin üstlendiği rolü oynayarak olgunun daha sağlıklı bir perspektiften görünmesine mani olmaktadır.

 

  1. Bir fikir, bir aksiyon tepkisel olduğu kadar ilkesel olmaktan uzaklaşır. Feminist fikrin zaafı da budur: Tepkisellik. Toplumsal cinsiyet konulu çalışmalar da keza feminist perspektife yerleştiği ölçüde sorun çözücü olmaktan uzak görünmektedir. Sorun çözmek şöyle dursun sorunlar katmerli olarak artmaktadır.

 

  1. Feminist hareket her ne kadar eşitlik, haklar ve kadının güçlendirilmesi gibi nispeten savunulabilir bir çizgi oluşturmuş olsa da zaman içinde savrularak oldukça yanlış mecralara sürüklenmiştir. Bu arada eşitlik, özgürlük, haklar ve sorumluluklar gibi kavramsal tanımlamalar da yine bu tepkisellikten nasibini alarak realiteye ve fıtrata aykırı bir şekilde tanımlanmaktadır. Feminist fikir/hareket tepkisel olmasından dolayı olgu merkezli düşünür ve hareket eder. Olgunun nasılını, nedeni araştırmaz. Bir cevap arasa bile bunda samimi olmadığı için uyduruk gerekçeler üretir. Fıtratı ya hiç hesaba katmaz veya ona tepki geliştirir.[1]

 

  1. Öyle anlaşılıyor ki yukarıda sırladığım kesimler toplum tarafından belirlendiğini iddia ettikleri cinsellik ve bu cinsellik olgusunda özellikle kadına biçilen role yüksek sesle itiraz ederek kendilerince sorun çözmek adına öneriler sunmakta, faaliyetler yapmakta ve kanunlar düzenlemektedirler. Böylece kendileri de yeni bir cinsellik ve buna bağlı olarak da kadın erkek rolleri belirlemektedirler. Ne ki getirdikleri öneriler ve belirledikleri roller sorun çözmek şöyle dursun sorunu iyice azdırmaktadır. İlkeli olamadıkları için “kadının beyanı esastır” gibi hukuk garibesi ‘umdeler’ ortaya çıkarmaktadırlar.

 

  1. Kadını ve kadınlığı ayaklar altına alan fuhuş sektörüne karşı hiçbir önlem almadığı gibi alabildiğine önünü açan bu kafa geleneksel olarak nikâhlanmış ve evlilik hayatı yaşayan çiftleri, rızalarının hilafına ayırarak erkeği hapiste çürütmekte ve kadını da sosyal ve ekonomik buhranlar içinde kıvrandırmaktadır. Güya kadını koruma iddiasındaki tuhaf kanunlarla birçok kadın yakınlarıyla birlikte mağdur edilmektedirler. Keza taciz iddiası ile tecavüz aynı kefeye konarak en ağır şekilde cezalandırmaktadır ve bu yolla da yine çocuklar ve kadınlar mağdur edilmektedir. ‘Kadının beyanı esastır’ gibi akla ziyan ilkeler(!) ışığında yeterince araştırılmamış çoğu vakıada erkekler ve onların aileleri ve tabi ki kadınlar ve çocuklar mağdur edilmektedir.

 

Toplumsal Cinsiyet Veya Feminist Perspektifli Sosyoloji

  1. Feminist perspektif için ‘toplumsal cinsiyet’ söylemi çok kullanışlı bir araç olmuştur. Öyle ki sosyoloji kitapları bunu bir mercek olarak tanımlamaktadır ‘Toplumsal cinsiyet merceği’: Toplumsal cinsiyeti her türlü toplumsal olguda görebilmemizi sağlayan; bize ‘toplumsal süreçler, standartlar ve fırsatlar, sistematik bir biçimde kadınlar ve erkekler için nasıl ve neden farklıdır?” sorusunu sorduran bir kavramsal araçtır. Toplumsal cinsiyet merceği, yaşadığımız toplumda toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikleri dikkate alan bir bakış açısı kazandırdığı için bundan sonra aynı anlama gelebilecek ‘toplumsal cinsiyet bakış açısını da kullanabilirsiniz.

 

  1. Bugün bu ismi taşıyan çok geniş bir çalışma ve tartışma alanı sosyal bilimlere önce ‘feminist çalışmalar’ olarak girdi, sonra ‘ kadın çalışmaları’ olarak anılmaya başlandı ve nihayet ‘toplumsal cinsiyet çalışmalarına’ evrildi.[2]

 

  1. Bugün toplumsal cinsiyet kapsamında yapılan çalışmaları feminist çalışmalardan ayrı olarak düşünmemiz neredeyse imkânsızdır. Başka bir deyişle, toplumsal cinsiyet sosyolojisi yerine feminist sosyoloji ifadesini de kullanabilirsiniz.

Şimdi bu genel girişten sonra olguyu daha yakından anlamaya çalışalım:

 

Toplumsal Cinsiyet Kavramının Önemi

  1. İstanbul sözleşmesinde toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak tarif edilmektedir.

 

  1. Biyolojik olan cinsiyet (sex) ile toplumsal temelli olduğu düşünülen toplumsal cinsiyet (gender) arasındaki farklılıkların anlaşılması olguyu anlamak bakımından ilk adım olabilir. Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir kavramdır. Bu kavramın feministler tarafından önemi, onun kadınlar ile erkekler arasındaki güç ilişkilerini anlamaya, eşitsizlikleri sorgulamaya yarayacak bir kavram olarak düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. 1970’lerden itibaren yapılan toplumsal cinsiyet çalışmalarında üç önemli aşama kaydedilmiştir[3]: Birinci aşamada, cinsiyet farklılıkların bireylerin biyolojik özelliklerinden kaynaklandığı kanaati hakimdir. İkinci aşamada öğrenilen cinsiyet rollerine ve toplumsallaşmaya vurgu yapılmıştır. Üçüncü aşamada, toplumsal cinsiyetin bütün sosyal sistemlerde merkezi bir rolünün olduğu fark edilmiştir. Yani, toplumsal cinsiyet, ücretli çalışma (iş hayatı), aile, politika, gündelik yaşam, ekonomik kalkınma, hukuk, eğitim ve daha birçok alanda analizlere katılmıştır.

 

  1. Madem çapraz sorgu dedik konunun tüm taraflarına yönelik eleştirel bir yaklaşım içinde olmak zorundayız. Feminizmi cinsiyetlerin politik, ekonomik ve sosyal açıdan eşit (adil) haklara sahip olması şeklinde ele alırsak bu kuramla ne sorunumuz olabilir? Eşit işe eşit ücret talebiyle mesela ne sorunumuz olabilir.

 

  1. Elbette olamaz. Lakin bu kuram salt haklar ve sorumluluklar temelinde geliştirilmiş olmadığı gibi tepkisel olmaktan da kurtulamamıştır. Sorunları dile getirdiği kadar sorunların niçin ve nasılına dair samimi bir çaba ortaya koyamamıştır. Örneğin: madem kadın hakları için uğraş veriliyor, feministlerden kadın bedeninin sömürülmesi üzerine oturtulmuş meslek alanlarını ve fuhuş sektörünü sorgulaması beklenirdi. Keza savaşlarda en çok kadınların zulme maruz kaldığı noktasında savaş karşıtı güçlü bir hareket olarak ortaya çıkmalıydı. Oysa feminizm daha çok kadınlara ‘özgürlük’ söylemiyle ortaya çıkmaktadır. Feministlerce talep edilen ve topluma içirilmeye çalışılan özgürlük insan hakları bağlamında hak ve sorumluluklar yönünden adaleti aramak yerine tüm sosyal çevrelerde, örfün, geleneğin ve dinin baskılarından uzak, serbestçe davranmasını amaçlamaktadır. Oysa söz konusu ‘özgürlük’ kadınlara farklı türden bir köleliğin kapılarını aralamaktadır. Bu bağlamda kadın özgürlüğünü bayraklaştıran çevrelerin kimler olduğuna, nasıl bir işle uğraştıklarına bakılırsa söylemek istediğim daha iyi anlaşılır.

 

  1. Diğer taraftan kadın erkek eşitliği (adaleti) bağlamında gerçekten bir sorunun olmadığını söyleyebilir miyiz? Kendi algılarımızı da gözden geçirelim: gerçekten, tarih boyunca kadınların haklarının çoğunlukla korunduğunu iddia edebilir miyiz? Erkek kabalığının, zorbalığının, sorumsuzca tutumunun altında zulme maruz kalmadıklarını gönül rahatlığı ile söyleyebilir miyiz? Elbette söyleyemeyiz. Hiçbir toplum el an dahi söyleyemez. Keza dinin yozlaştırılması suretiyle kadın üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmadığını da söyleyemeyiz. Pek çok kötü adet ve geleneğin kadın kimliği üzerinde baskı ürettiğini kabul etmek zorundayız.

 

  1. Geçmişteki sosyolojik yapının bugün için yanlışmış gibi görünen ama aslında kadına korunaklı bir alan açan kimi özelliğini de hesaba katarak geçmişin de büsbütün hakkını yememek gerekir. Lakin geldiğimiz noktada hala geçmişin kalıpları içinde düşünmek ve hareket etmek imkânı kalmamıştır. Müslüman toplum olarak İslam’a ve evrensel (ortak aklın gereği) insan haklarına uygun bir sosyolojik yapının kurulmasından sorumluyuz. Bu sosyolojik yapının kurulmasında en önemli içerik kuşkusuz kadın hakları konusudur.

 

  1. Bir de şunu soralım: Neredeyse 100 yıl boyunca Cumhuriyetin “kazanımları” olan bir anlayış, bir bakış açısıyla sürekli eğitime tabi tutulmuş olan bu toplumda neden kadın bağlamındaki sosyolojik sorunlarımız azalmak şöyle dursun bilakis kronikleşmiştir. (Hatta bu bağlamda Batı’ya dönük yüzümüzün tarihi 100 yıldan da oldukça uzundur.) Yoksa sorunun en azından bir sebebi de bu Batı’ya dönük yüzümüzün ta kendisi olmasın?

 

  1. Ama diyebilir miyiz ki Cumhuriyetten önce, şu veya bu tarihten önce bu bağlamda sorun yoktu da sonradan çıktı… Kanaatimce bu bağlamda sorunun yaşanmadığı veya çok az yaşandığı dönem, bir toplum veya tarihsel kesit içinde çok kısadır veya yoktur.

 

  1. Toplumsal cinsiyet eşitliği savunucularının temel tezi; cinsiyet algısının, görev ve sorumluluklarının bireye toplum tarafından öğretildiği; bunun da dinin, geleneğin, insan ihtiraslarının gölgesinde gerçekleştiğidir. Bütün bunların bir olguya işaret ettiği doğrudur. Lakin bu olguya karşı çıkan bu tez aynı zamanda paradoks içermektedir. Mevcut toplumsal cinsiyet algısının yerine kendileri de farklı bir algı üreterek karşı çıkmaktadırlar. Bu durumda kendilerinin önerdiği algının doğru olduğu nerden bellidir. Üstelik feminist perspektife sahip bu görüşler oldukça tepkisel ve rövanşist bir tutum içindedirler. Keza fıtratı ve dini dışlayıcı bir tutum içindedirler. Bütün endamları batı menşeili olup yerli kültürle çatışmacıdır. İçini boşalttığı ve böylece dönüştürdüğü ölçüde yerli unsurları kabule yanaşmaktadırlar.

Orhan Cesur

__________________________

[1] Her aile içi şiddet haberi sadece olgu, haber olarak ele alınır ve her kesim tepkiler gösterir. Olaylar magazinel tarzda neredeyse sadece dış görünüşü açısından ele alınır. Nasılına, niçinine kimse bakmaz.

[2] Toplumsal cinsiyet sosyolojisi, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2307

[3] Toplumsal cinsiyet sosyolojisi, T.C. Anadolu üniversitesi yayını no: 2307